Translate

4 Mayıs 2011 Çarşamba

"Tüfek, Mikrop ve Çelik" Üstüne

“Neden Kalkınamadık?”: Yeni Gine’den Bir Yanıt ve Düşündürdükleri


Ulaş Başar Gezgin




Yeni Gine’deki doğal yaşam üstüne 30 yılı aşkın süredir çalışmış olan Jared Diamond’ın ‘Tüfek, Mikrop ve Çelik’ adlı kitabı, kalkınma sorununa doğal çevre bağlamında yanıt verme çabası içinde olan bir çalışma. Dolayısıyla, Diamond, öncelikle, okuru, “neden kalkınamadık?” sorusunun dirimyapısal (biyolojik) bir açıklama gerektirdiğine ikna etmekle başlıyor. Diamond’ın temel kaygısı, ırkçı olmayan bir kalkın(ama)ma açıklaması getirebilmek. İnsanların özellikleri yerine doğal ortamın niteliklerine odaklanması da bu kaygının bir ürünü. Araştırmacı, bu noktada başarılı olmuş mu, göreceğiz.


Diamond’a göre, kalkınma sorununa doyurucu bir bakış, pergelini insanlığın tarihöncesine dek geriye açmalıdır; Avrasya dışının azgelişmişliği, flora ve faunanın evcilleştirmeye elverişli olup olmamasıyla açıklanabilir. Diamond, bu noktada, son derece ikna edici karşılaştırmalı veriler sunuyor: Yüzeysel düzeyde kalmadan, Avrasya ve dışındaki evcilleştirilmeye elverişli hayvanları ve bitkileri karşılaştırıyor. Bu karşılaştırma, Avrasya dışının bu açıdan oldukça olanaksız olduğunu gösteriyor. Örneğin, yazar, Dicle-Fırat Havzası’nın ‘Bereketli Hilal’ olarak insanlık tarihinde dönüm noktası oluşuna, bölgedeki evcilleştirilebilir canlıları ele alarak ve Akdeniz ikliminin verimli döngüleri yoluyla açıklama getiriyor.

Evcilleşmeyle birlikte, insansoyu, avlamak ve toplamak ve kaynaklar tükendikçe göçmek ya da ölmek zorunda kalmayıp kendi yiyeceğini üretmeye başlıyor. Yiyecek üretimi yapabilenler kalkınırken, gerisi, ilkel toplumlar olarak yerinde sayıyor. Diamond’ın bu noktada çarpıcı bir örneği var: ‘‘Kızılderili’’ dendiğinde aklımızda nasıl bir imge uyanıyor? Atlı. Oysa at, ‘Yeni Dünya’ya Avrupalılar’ca getirilmişti. Bu da ‘Kızılderililer’de evcilleştirme yeteneği olduğunu gösterir. Sorun, yerliler değil doğal ortam. ‘Yeni Dünya’nın doğal ortamı da tarımcılık ve hayvancılığa ve böylece yiyecek üretimine elverişli olsaydı, ‘Yeni Dünya’da da gelişmiş toplumlar olacaktı. Yani halk ağzıyla dile getirecek olursak, Diamond’ın açıklaması şöyle: “Urfa’da Okusford vardı da biz mi okumadık…”

Ek olarak, Avrasya ve Avrasya dışında önemli bir yaşamsal fark daha var: Diğer anakaraların tersine, Avrasya, Kuzey-Güney yönünde değil Doğu-Batı yönünde uzanıyor. Doğu-Batı yönünde uzanma, daha üstünlüklü, çünkü aynı enlemdeki doğal yaşam (bitkiler, hayvanlar ve ‘hayvanlar’ dediğimize göre elbette insanlar) birbirine daha kolay uyum sağlıyor. Evcilleştirilen bitki ve hayvanların yayılması ve uyum sağlaması kolay oluyor. Kutuplar’a/ Ekvator’a yakınlığa göre iklimler değişiyor. Ekvator’a yakın yerlerde yetişen/ yaşayan canlılar, Kutup’a yakın yerlerde yetişemiyor ve tam tersi. Oysa, aynı enlemdeki iki bölge, arada binlerce kilometre de olsa aynı doğal yaşam koşullarına sahip olabiliyor. Bu, bir hayvan türü olan insanlar için de geçerli: İnsanların aynı enlemde yaşaması daha olası. Tersine, sözgelimi, Kutup’a yakın bir yerden Ekvator’a yakın bir yere gelen insanlar sıtmadan ölürken, doğma-büyüme Ekvator’a yakın olan insanlar, sıtmaya karşı dirençli.

Kuzey-Güney ekseni, kılgıbilgisel (teknolojik) buluşların yayılmasını da engelliyor. Oysa, Doğu-Batı ekseninde buluşlar ve kılgıbilgisi yayılma olanağı buluyor.

Ünlü söz: “Hep Doğu’ya gidersen Batı’ya ulaşırsın.” Ama bu, Kuzey-Güney için geçerli değil: “Hep Kuzey’e ya da hep Güney’e gidersen Kutup’a ulaşırsın” Bunun toplumsal açılımlarını da düşünelim: Aynı enlemlerdeki toplumlar, aynı boylamlardaki toplumlara göre birbirlerine birçok yönden daha çok benziyor ve aynı biçimde, aynı boylamlardaki toplumlar, çok farklılaşıyor: Örneğin, Bir Afrikalı’yla bir Eskimo.

Diamond, yukarıda belirtildiği gibi, Avrasya dışının gelişememesini Kuzey-Güney ekseni ve yiyecek üretim(sizliğ)ine bağlıyor. ‘Yeni Dünya’ya binlerce yıl önce ilk kez giden insanların av yeteneği gelişmişti, ya evcilleştirilebilecek hayvanların soyunu tükettiler ya da doğal yaşam, tarım toplumuna elverişli değildi. Dolayısıyla, hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilebilme özellikleri, yine yukarıda belirtildiği gibi, Diamond’ın açıklamasının nirengi noktası.

Ayrıca, Diamond, “‘Amerika’ yerlileri neden yenildiler?” sorusunu yanıtlarken, birçok araştırmacının tüfek ve çelik gibi kılgıbilgisel yönlere vurgu yaparak, bulaşıcı hastalıkların etkisini gözardı ettiklerini belirtiyor: Bulaşıcı hastalıklar, evcilleştirilmiş hayvanlardan bulaşıyorlar. Dolayısıyla, bulaşıcı hastalıklar, insanların hayvan ve bitkilerle içiçe yaşadığı tarım-hayvan toplumlarına özgü (burada bir çıkma atalım: ‘Tarım toplumu’ yerine ‘tarım-hayvan toplumu’ sözünü kullanıyoruz. Çünkü ‘tarım toplumu’ sözü, hayvancılığın katkısını gözardı etmiş oluyor. Çeşitli hayvanlar evcilleştirilmemiş olsa, ‘tarım toplumu’ diye bir toplum var olamazdı. Bir kere, bu toplumlarda, kimya bilimi ve tarım mühendisliği gelişmemiş olduğuna göre, tarımcıların gübre olarak tezekten başka bir seçeneği yoktur. Tezek olmazsa, ‘tarım toplumu’ diye bir toplum varolamaz. Aynı biçimde, tarlaya sürülecek hayvan olmasa, büyük çapta yiyecek üretimi gerçekleşemeyecek, Eski Çağ devletleri ortaya çıkamayacaktı). Tarım-hayvan toplumu insanı, bu hastalıklara zamanla bağışıklık kazanıyor ve bu toplumların tıbbı, bu hastalıkların yaygınlıkları dolayısıyla, başarılı ya da başarısız olarak, derman bulma çabası içine giriyor. Oysa, bu hastalıklar, Avrupalılar ‘Amerika’ya ayak basmadan önce yerliler arasında görülmüyordu: Onbinlerce ‘Amerika’ yerlisi, Avrupalılar’ın taşıdığı bulaşıcı hastalıklardan ölüyor. Yani Avrupalılar’ın başarısı, silah üstünlüğü yanında bulaşıcı hastalıklardan ileri geliyor. Avrupalılar, bu hastalıklara karşı bağışıklık sahibiyken, yerliler değildi. ‘Yeni Dünya’da evcil hayvan sayısı azdı; bu nedenle, ‘Yeni Dünyalılar’, bulaşıcı hastalıklara karşı bağışıklık kazanmamıştı.

Aynı biçimde, Diamond, insanlık tarihindeki büyük savaşlarda, çok sayıda askerin, savaştan değil bulaşıcı hastalıklardan öldüğüne dikkat çekiyor. Bu hastalıklar, evcilleştirilmiş hayvanlardan bulaşıyor. Gübre olarak kullanılan tezeklerden de bulaşıcı hastalıklar geçebiliyor. Doğal gübre de zaten tarım-hayvan toplumuna özgü bir öğe.

Diamond’a göre, ‘Amerikalar’ın az gelişmesinin bir diğer nedeni, ilk insanın ‘Amerikalar’a göçünün diğer karalara göre yakın bir tarihte olması (İsa’dan Önce 11,000). Ayrıca, bu ilk gidenler, Sibirya’ya uygun yetenek ve araçlarıyla, yeryapısı tümüyle farklı bir anakaraya geçmişlerdi. (Bu durumda, ilk gidenler, bir süre sonra, “Ner’den geldik ‘Amerika’ya” demeye başlamış olmalılar.)

Avrasya’dakinin tersine, ‘Amerikalar’da yayılamama sorunu (eksen farkı), dillerin dağılımında da kendini gösteriyor. Avrasya’da dil aileleri binlerce kilometreye yayılmışken, ‘Amerikalar’da çok az dilsel yayılım gözleniyor. ‘Amerikalar’da dillerin yayılımı, yeryapısal engellerle kısıtlı.

Bu değerlendirmelerin ötesinde, kitap, kalkınmayı temelde, yiyecek üretimine bağlıyor ama Sümer, Babil, Mısır vb. devletlerin yıkılışlarını ele almıyor. Bunların yıkılmışlıkları ve halklarının kırılmışlıkları (Asurlar’ı, ‘Suriye’ adının ‘Asurlar’dan gelişini, Asurlar’ın torunlarının devletsiz bir halk olan Süryaniler olduğunu bir gözümüzün önüne getirelim), yiyecek üretimi açıklamasının yeterli olmadığını gösteriyor. Ancak, son bölümde, bu imparatorlukların yıkılmasını doğal çevrenin çeşitli nedenlerle verimsizleşmesi ve/ya da ormansızlaşma ve çölleşmeye bağlıyor. Bugün ‘Bereketli Hilal’in çoğu çöllerle kaplıdır.

Aynı biçimde, Diamond, “Yunanistan neden gelişmedi, İslam İmparatorluğu neden gelişmedi” gibi sorulara da yanıt vermiyor. Ayrıca, Avrupa içi farklılıkları da açıklamıyor. Örneğin, İspanya ve Portekiz nasıl geriledi? Ya da yerinde saydı? Bu soruları yanıtlamasa da, bu soruları yanıtlayabilmek için önemli bir ilke öne sürüyor: Anna Karenina İlkesi. Diamond, bu ilkeyi şöyle açıklıyor:

Evcilleştirilebilen hayvanların hepsi birbirine benzer; her evcilleştirilemeyen hayvanın evcilleştirilememe nedeni farklıdır.

Buna benzer bir cümleyi daha önce okudunuz gibinize geliyorsa, haklısınız. Cümlede birkaç küçük değişiklik yaparsanız Tolstoy’un büyük romanı Anna Karenina’nın o ünlü ilk cümlesini bulursunuz karşınızda: “Mutlu ailelerin hepsi birbirine benzer; mutsuz ailelerin mutsuzluğuysa kendine özgüdür.” Bu cümleyle Tolstoy şunu demek istiyor: Bir evliliğin mutlu bir evlilik olabilmesi için çeşitli bakımlardan iyi yürümesi gerekir: cinsel arzu uyandırma, para konularında anlaşabilme, çocuk terbiyesi, din, hısım akraba ilişkisi bakımından ve daha başka önemli bakımlardan. Bu temel konulardan birinde başarısızlık evliliğin sonu olabilir, o evlilik mutluluk için bütün öteki katkı maddelerine sahip olsa bile.

Bu ilke evliliğin yanı sıra hayatla ilgili başka pek çok şeyi anlamayı da kapsayacak şekilde genişletilebilir. Başarısızlıklar için genellikle kolay, tek nedene dayalı açıklamalar bulmaya eğilimliyizdir. Oysa önemli konuların çoğunda başarı, aslından birbirinden ayrı olası başarısızlık nedenlerinin pek çoğunun ortaya çıkmasının önlenmesini gerektirir. Anna Karenina İlkesi hayvanların evcilleştirilmesi konusunun bir yönüne açıklık getirir, insanlık tarihi açısından büyük sonuçlar doğurmuş olan bir yönüne –yani, elverişli gibi görünen büyük, memeli yaban türlerin, örneğin zebraların ve pekarilerin asla evcilleştirilememiş olması ve başarıyla evcilleştirilen memeli türlerinin hemen hepsinin Avrasyalı olması olgusuna (Diamond, 2002, s. 205-206).

Görüldüğü gibi, Diamond’ın Anna Karenina İlkesi, yaşamın her alanına uygulanabilecek bir ilke. En çok da, toplumsal yansıbilim alanındaki yüklemleme biçemlerine (attributive style) uygulanabileceği kanısındayız. Kalkın(ama)ma da bir başarısızlık olduğuna ve ilkeye göre, insan zihninin, başarısızlıkları tek bir nedene bağlama yönünde bilişsel bir yanlılığı olduğuna göre, kalkın(ama)ma sorununa bakışlarda genel eğilimin, bir tektaşkınlığı (monomania) olması beklenmelidir ve gerçekten de böyledir: Kimi, tüfeğe; kimi, çeliğe; kimi, ırka; kimi, dine (bkz. Weber’in Protestan Ahlakı açıklaması) bağlamaktadır. Başarılı kalkınma örneklerine bakıldığında ise, kalkınamayanlarda ne yoksa, o göze çarpar ve bu göze çarpanlar, çoğuldur. Kısacası, Anna Karenina İlkesi, başarısızlık açıklamaları ile başarı açıklamaları arasında, neden sayısı açısından bir bakışımsızlık (asimetri) olduğunu öne sürmektedir.

Diamond’ın uygarlığın oluşması süreciyle ilgili açıklamaları, insana, “keşke İbn Haldun’u okumuş olsaydı” dedirtiyor. Mukaddime’de özellikle, artı-değer kavramının geliştirilmesi ve devletin ömrünün 3 batın (120 yıl) olduğu yönlü saptamalar ve üç kuşağın özelliklerinin sıralanması, kuşkusuz, Diamond’ın çevrenini genişletecekti.

Diamond’ın yiyecek üretimine yaptığı vurgu, şu soruları uyandırıyor: Hindular’da ineğin kutsallığı çevreyapısal (ekolojik) koşullarla açıklanabilir mi? Ya domuz yasağı? Daha da ileri gidip “Romanlar’ın oynattığı hayvan neden başka bir hayvan değil de ayıdır? Bizlik olarak ilk ortaya çıktıkları doğal çevrede başka evcilleştirilebilir hayvanlar yok muydu?” sorularını sorabiliriz. Çünkü bu da bir evcilleştirme örneğidir ama insanlık tarihindeki çok az insan topluluğu, ayıyı evcilleştirmeyi gelenekselleştirmiştir.

Diamond, insanların besin gereksinimlerini çevreyapısal koşullara göre karşıladıklarını belirtiyor. Bu, üzerinde herkesin uzlaşma sağladığı bir açıklama. Bu noktadan, belki, Doğu Asyalılar’ın böcek yemesi ve Avrasya’nın geriye kalanının bundan tiksinmesi de açıklanılabilir. Çevrede koyun, kuzu gibi hayvanların bulunmadığı dönemlerde, Doğu Asya’da insanlar, protein gereksinimlerini böceklerden karşılamış olabilir- elde başka bir seçenek olmadığı için. Bu da, zamanla gelenekselleşmiş olabilir. Yani yukarıdaki ‘Okusford’ açıklamasına ek geliyor: “Memlekette biftek vardı da biz mi yemedik?”

Sanılanın tersine böyle ‘tiksinti’ verici olduğu düşünülen hayvanların yenmesi, Doğu Asya’ya özgü değil. Konu, tiksinti ise, ‘tiksinti’ verici yemekler yiyen insanlar, aramızda; hatta kimi zaman biz de katılıyoruz: Kokoreçten, sakatattan, beyin, böbrek, kafa eti gibi beden parçaları yiyen insanlardan sözediyorum. Belki Diamond’ın açısından bir bakış, bu yemek seçimlerini de açıklayabilir.

Öte yandan, bu yol, bir çıkmaz sokağa tosluyor. Kalkınmayı doğal çevreyle açıklarsanız, bir ırkçı size kalkar der ki, “tamam işte biz de bunu diyoruz, doğal çevre koşulları elverişsiz olduğu için kimi ırklar yeterince beslenemedi, bu nedenle geride kaldılar. Doğal çevreden kaynaklanan yoksunlukları, zamanla kalıcılaştı ve kuşaktan kuşağa aktarıldı.” Ne yazık ki, Diamond, böyle bir çıkışı kitabından ele almıyor. Bütün çabası, yani kalkınmaya ırkçı olmayan bir açıklama getirme çabası suya düşüyor ama Diamond’ın kitabında tek bir yanıt bile yok. Diamond’ın yanıtlamadığı bu görüş, şu tümcede özetlenebilir: “Hiç, böcek yiyenle biftek yiyen bir olur mu…”

Böylece toplumsal darvincilik kavramına gelmiş olduk. Toplumsal darvincilik, kalkın(ama)ma sorununa şöyle bakar: “Güçsüz devletler ve halklar ortadan kalktılar. Doğal seçilim ilkesi, toplumsal yaşamda da geçerlidir. Güçlü olanlar ayakta kalmıştır”. Diamond, kitabında buna da yanıt vermiyor. Öyle ya, insanlar da bir tür hayvansa, doğal seçilimin toplumsal yaşamda geçerli olduğu savına kolayca ulaşılır.





Needham Karşıtlamı (Paradoks): Orta Krallık (Çin) Neden Kalkınamadı?


Çinbilim alanında, ünlü çinbilimci Needham’ın adıyla anılan bir karşıtlam vardır: Madem ki Çin uygarlığı tarihsel olarak Avrupa uygarlığından çok ilerideydi; madem ki Çin’de, Avrupa’dan çok önce, barut, pusula, kağıt ve daha nice ‘uygarlık harikası’ kullanılıyordu, o zaman Çin neden kalkınamadı ya da yerinde saydı? Diamond, bu karşıtlamı açıkça anmamakla birlikte, bu karşıtlama da yanıt bulmaya çalışıyor. Ne yazık ki Diamond, kitabında, Çin’de uygarlığın gelişimine çok az yer vermiş. Çin uygarlığını, bitki örtüsü ve hayvanlarıyla, diğer uygarlıklar için yaptığı gibi ayrıntılı olarak ele alsaydı, daha doyurucu olurdu.

İlk bakışta bu karşıtlamla ilgisiz görünen bir noktayla başlayalım: Yazar, Madagaskar nüfusunun Güneydoğu Asyalı olmasını ve Güneydoğu Asya’ya özgü bir tarım düzenine (pirinç ve diğer ürünler) sahip olmasını şaşırtıcı buluyor ve geçerli bir açıklama sunamıyor; hatta bu durumu ‘tuhaflıkların en büyüğü’ olarak adlandırıyor. Bu durum, kendisinin, Çinliler’in deniz seferlerinden haberdar olmadığı havasını veriyor (Çinliler’in deniz seferleri için bkz. Gezgin, 2006). Oysa son bölümden, bu seferlerden haberdar olduğu anlaşılıyor. Demek ki, yazarın Madagaskar şaşkınlığında bilgi eksikliği değil bilgi uygulama eksikliği sözkonusu.

Yazar, Çin’in kalkınamamasını açıklarken, Gezgin (baskıda, a) çalışmamızda açımladığımız, İ.S. 15. yüzyıl Çin dünya seferlerinin tutucular tarafından engellenmesini gerekçe olarak gösteriyor. Ama buna ek olarak, Çin’in siyasal birliğinin de engelleyici bir niteliği olduğunu belirtiyor: “Avrupa’da tek bir devlet olsaydı, Avrupa’dan da keşifçi çıkmazdı” diyor. Çünkü Avrupalı keşifçiler, bir kral(içe), önerilerini reddettiğinde, bir başkasına gidiyorlardı. Öneri götürebilecekleri birden fazla siyasal güç vardı. Diamond, bu durumun en ünlü örneği olarak, Kolomb’u gösteriyor. Kolomb’un öneri götürdüğü ilk üç Avrupalı hükümdar, Kolomb’u geri çevirmiş; İspanya Kralı ve Kraliçesi ise ancak ikinci kerede kabul etmişti.

Diamond, açıklamasını şu biçimde ayrıntılandırıyor: Avrupa’da tüm anakarayı içine alan bir devlet, tarihte hiçbir zaman kurulamamışken, Çin’de İ.Ö. 221’den sonra, çok kısa süreli ayrı ayrı küçük devletler dışında hep birlik oldu. Dolayısıyla, Çin’de İmparator’un tek bir kararı, yenilikleri sekteye uğratıyordu. Çin tarihi bunun örnekleriyle doludur. Yazar, Kültür ‘Devrimi’ örneğini de veriyor Çin’deki özekselleşmenin zararları açısından. Avrupa’da ise her zaman, birbiriyle yarışan devletler oldu.

Bu açıklama, yazarın ya bilincinde olmadığı ya da bilinmeyen bir nedenle kitabında yer vermediği birtakım soruları yanıtlamakta yetersiz kalıyor: 1421’de Çin donanmasının dünyayı dolaştığı biliniyor. Çinli denizciler Japonya’ya ya da Hindistan’a öneri götüremez miydi? Asya’da da başka devletler vardı: Japonya, Hindistan, İslam devletleri vb. Daha da çarpıcı olan soru şu: Dünya seferi düzenlemiş olan Çin donanmasının başamiralinin bir Muhammedci, hatta Hacı olduğu biliniyor. O zaman başamiral Zheng He neden gidip bir İslam devletinin başamirali olmadı? İslam devletleri, dini yaymak adına Zheng He’nin kendilerine hizmet etmesini hoşnutlukla karşılamazlar mıydı? Diamond’ın yukarıda sunduğumuz Needham Karşıtlamı’na yanıtı doğruysa, bu soruların yanıtlanması gerekir.

Diamond’ın yanıtlaması gereken sorular çoğaltılabilir: 15. yüzyıl Çini’nde tutucular, devleti ele geçirdiklerinde yenilikçilere ne oldu? 15. yüzyılda Çin’de varolan okyanus-aşırı gemiler yakılıp yenilerini yapanlara ölüm cezası verilirken, hiçbir Çinli yenilikçi başka bir devlete sığınmadı mı? Üstelik, yalnızca Çin donanmasında bile, çok sayıda Çinli olmayan ve çeşitli dinlere bağlı denizcilerin ve bilginlerin bulunduğu biliniyor (Belki de tam tersi bir süreçle, diğer Asya ülkelerinde dikiş tutturamayan yenilikçiler Çin’e sığınıyorlardı.). Yenilikçiler Japonya’ya ya da İslam ülkelerine sığınabilirlerdi. Belki de sığındılar, bilemiyoruz. Bu soruları yanıtlamak için, Diamond’ın yaptığının tersine, kapsamlı bir doğal tarih araştırması değil bir toplumsal tarih araştırması gerekiyor. Dolayısıyla, Needham Karşıtlamı, Çinli yenilikçilerin neden başka güç odaklarına yönelmediği ya da yöneldilerse neden reddedildikleri üstünden de biçimlenmek zorundadır.

Bizim bu noktada önerebileceğimiz, iki açıklama bulunmaktadır: Birincisi, kişilik yapıları açıklaması: Bir insanın başka bir devlete sığınabilmesi için, gördüğü baskının ötesinde, herhangi bir devlete özel bir bağlılık duymuyor olması ya da daha doğrusu belli bir devlete olan bağlılığını yitirmesi gerekir. Diğer bir deyişle, bu tür bir insanın ‘kendi ülkesinde’ ‘vatan haini’ sayılacak denli bağımsız düşünmesi gerekir. Çinli yenilikçilerin devlete bağlılıkları bu denli fazla mıydı? Aynı soru yine karşımıza çıkıyor: Neden bir Muhammedci ve Hacı olan Çin başamirali Zheng He, Çin’de okyanus-aşırı seferler yasaklandıktan sonra İslam devletlerine sığınmadı da, Çin’de unutulmuş bir keşifçi olarak öldü? Yine tarihsel bir araştırmada, Avrupa ve Çin’deki yenilikçilerin kişilik yapısını incelemek, bu açıklamamın geçerliliğini sınama yöntemi olarak karşımıza çıkmaktadır (Bu noktada, mutlaka ele alınması gereken bir kişilik, 17. yüzyılda (tam tarihi: 1675), Siyam (bugünkü Tayland) Krallığı’na giderek, vezirliğe dek yükselen bir kişilik olan, bir Elen tecimci, Constantinos Phaulkon’dur (bkz. Wikipedia, 2006). Phaulkon’un yaşamı üstüne, başta Yunanca, Fransızca ve İngilizce olmak üzere çeşitli dillerde yazılmış romanlar bulunmaktadır).

İkinci açıklama ise, bildik devlet yapısı açıklamasıdır. Buna geçmeden önce, Diamond’ın Çin’deki devlet yapısı açıklamasına yanıt verelim: Diamond’ın gözden kaçırdığını düşündüğümüz bir nokta şu: Özeksel (merkezi) devlet, yenilikçiliğe sekte vurduğu gibi, tersine, Çin tarihinde yenilikçiliği desteklemiştir de. Barut, pusula, matbaa vb. hep sarayın desteğiyle ortaya çıkmıştı. Belki de, sorun, özeksel devlet değil, ikna edebilme yeteneğiydi - yani bilişsel bir görüngü. Buluşçu/ keşifçi, hükümdarı/ kaynak sahibini ne derece ikna edebiliyordu?

Hükümdarlığın tanrısallığı varsa, iknanın gerçekleşmesi zor. Çünkü hükümdar, tanrının oğlu/ kızı vb. ise, “zaten bana bir şey olmaz” diye bakıp yenilikleri kabul etmekte isteksiz olur. Japonya, Çin, Osmanlı, İslam İmparatorlukları, Mısır, Aztek, Maya vb. devletlerin hepsinin hükümdarının tanrısal niteliği var ama Avrupa hükümdarlarının yok, çünkü Kilise ayrı. Dolayısıyla, Diamond’ın bakışı, Avrupa’da Kilise’yle Devlet’in ayrı odaklar olması sürecini ele almadığı için eksik. (Bu süreçle ilgili tarihsel eytişimsel (diyalektik) akıcı bir özet için bkz. Caudwell, 2002, s. 184-194). (Bu arada, bu açıklama, bir bakımdan, Weber’in öne sürdüğü Protestan Ahlakı açıklamasıyla koşut bir nitelik taşıyor: Avrupalı hükümdar, tanrıca seçilmiş olduğunu, tanrının onu koruduğunu vb. bilemiyor ama az önce anılan diğer devletlerde, hükümdarlar, kendilerini tanrısal nitelikleriyle baştan seçilmiş olarak görüyorlar. Fakat burada şöyle bir sorun var: Katolik Kilisesi’nin kralları aforoz etmek gibi bir yetkisi bile bulunduğuna göre –ki bu, tarihte gerçekleşmiş bir olaydır, Katolik krallar da kendilerinin tanrı tarafından seçildiğine tam olarak emin olamıyordu. Kilise’yle iyi geçindikleri sürece, buna emin olabiliyorlardı ama her zaman değil. Kaldı ki, dinin ayrı bir yerden, Vatikan’dan yönetilmesi bile, Katolik krallarda da seçilmişliklerine emin olamama düşüncesini uyandırabilir. O zaman, Avrupa’daki Protestan ülkelerle Katolik ülkeler arasında, seçilmişliğine emin olamama açısından bir fark yokmuş gibi görünüyor. Bu durum da, Weber’in (ya da Weber’in yorumlarından birinin) sermaye düzeninin Protestan Ahlakı’nın bir ürünü olduğu biçimindeki görüşünü çürütecektir. Bu konu, ayrı bir yazıda işlenmeli. Üstelik, Diamond, kitabında, bir anlamda, laik bir “seçilmişliğinizden emin olamazsınız” türünden ders çıkarıyor: “Koşullar değişir, geçmişteki üstünlük gelecekteki üstünlüğün güvencesi değildir” (Diamond, 2002, s. 548).)

Gerçekte, Kilise’nin ayrı bir kurum olması, ta baştan laikliğin önünü açıyor. Tanrısallık, bir hükümdarda ayrılmaz nitelikteyse nasıl laiklik olabilir ki?... Örneğin, Güneş-Tanrı’nın oğlu olduğu kabul edilen Japon İmparatoru’ndan bundan sonra kendisi dışında birinin tanrının oğlu olarak kabul edilmesini istemek olanaksız! Tarihte bunu söylemek bile ölümü gerektiriyordu. İşte böylece, yukarıda andığımız devlet yapısı açıklamasına (din devleti, despot devlet vb.) girmiş olduk. (Bu ve benzeri soru ve sorunlara, ileride, bir kitap uzunluğunda yanıt vermeyi tasarlıyoruz.)

Ortaçağ’da ve Yeni Çağ başlarında, Kilise-devlet karşıtlığı nedeniyle Avrupa devletlerinin zayıf olduğu bir gerçek. Bu noktada, bir soru da şu: Zayıflıkları mı üstünlük sağladı? Bu, nasıl oldu?

Toplarsak, Diamond’ın dediği şu: Avrupa birleşmediği için başarılı oldu. Ama şimdi de ‘Avrupa Birliği’ adı altında biraraya geliyorlar ve kuşkusuz, bunun yerellikler üzerinde birörnekleştirici etkileri var. Her yerde aynı kurallar uygulamaya konuluyor, her yerde aynı kurumlar korunuyor ya da yoksa oluşturuluyor. A.B. tasarısı, bu açıdan, kalkınmayı engelleyecek bir nitelik mi taşıyor? Avrupa’da kimi bölgelerin A.B. dışında kalması, Avrupa’yı kalkındırır mı? Bu soruları, tarihsel olarak yanıtlamak yanıltıcı olabilir çünkü Manuel Castells’in bakış açısı doğruysa, bambaşka bir toplum yapısıyla, ‘ağ toplumu’yla karşı karşıyayız ve ağ toplumunun ileriye dönüp kalkınma tasarımları da, geçmiş yüzyıllardan oldukça farklı olacaktır (bu ‘esneklik çağı’nın resmini çekmeyi amaçlayan iki çalışma, özellikle dikkate değer: Bauman, 2000 ve Castells, 2005). Deniz keşifleri yerine, Gezgin (baskıda (a))’da ele aldığımız gibi, uzay keşiflerini düşünelim: Tutarı öyle çok ki devletlerin birleşik fon ayırmasını gerektiriyor. Ama ileride tutarlar düşerse farklı olur. (Bu noktada, A.B.D.’nin B.D. yani Birleşik Devlet olması da dikkate değer).

Bir diğer devlet yapısı açıklaması da şöyle: Yeni kurulan devletler doğal olarak, yenilikleri benimsemekte daha esnek oluyorlar. Ayrıca, kılgıyapı (teknoloji) oluşturmakta bir üstünlükleri var: O kılgıları geliştirenlerin deneme-yanılma sorunlarını yaşamıyorlar: Kılgıbilgisinin en gelişmiş sürümünü almış oluyorlar. Bununla ilgili iki ünlü örnek: Birincisi, Rusya’ya demiryollarının döşenmesi. Rusya, bu olayda çok kazanç sağladı; çünkü demiryolculuğa daha önce başlamış ülkeler, eski, daha dayanıksız demiryollarını yıllarca onardıktan sonra sökmekle uğraşarak parasal ve zamansal kaynaklarını tüketip ancak ondan sonra yeni demiryollarını kullanmaya başlarken, Rusya’da, hiç onarıma ve söküme gerek kalmadan, demiryolsuz bir ülkeye yeni demiryolları döşenmişti. İkinci örnek daha güncel: ‘Filipinler’de ve aslında birçok yoksul bırakılmış halklar ülkesinde, temel altyapı yoksunluğu sözkonusuyken, milyonlarca insan cepten iletişim kurmaktadır. Diğer ülkeler, altyapıya büyük kaynak harcamışlarken, ‘Filipinler’ ve diğer ülkelerde bu altyapı harcamaları yerine doğrudan mobil iletişime harcama yapılmaktadır.

Ayrıca, yeni devletlerin yenilikleri benimsemesi kolaylığının bir diğer nedeni, tarihte özlemle andıkları bir Altınçağ’ın olmamasıdır. Oysa, Osmanlı’nın, İslam devletlerinin, Çin’in, İnkalar’ın, Mayalar’ın, Aztekler’in vb. bu türden Altınçağ özlemleri bulunmaktadır. Avrupa’daki devletlerin çoğu, Diamond’ın saydığı nedenlerle (bu nedenlere az sonra geleceğiz) yeni devletler. Bu devletler, çoklukla, geleneksiz ve Altınçağ’sızlar. En geleneksiz ve Altınçağ’sız devletlerden biri de, A.B.D.

Diamond, Avrupa’nın bölünmüşlüğünü yeryapısına bağlıyor: Avrupa’da 5 büyük yarımada (Yunanistan, İtalya, İberya, Danimarka, İsveç/ Norveç); 2 büyük ada (İngiltere, İrlanda) var ve kıyıları çok girintili-çıkıntılı. Çin’in kıyıları ise düz ve yakında, Kore Yarımadası dışında yarımada yok. Çin’in adaları Tayvan ve Hainan, İngiltere ve İrlanda’ya göre çok küçük; bu iki adada, tarih boyunca ayrı bir egemenlik kurulabilmiş değil –‘Milliyetçi Çin’ yönetimini saymazsak. Japonya, Asya’dan yalıtılmış bir ada. İngiltere ise, Avrupa’dan yalıtık değil. Dahası, Avrupa’nın çeşitli bölgeleri engebelerle ayrılıyor ve tüm Avrupa’yı boydan boya aşan büyük ırmaklar yok. Çin’de ise, dağlar o kadar aşılmaz değil ve Yangtze ve Sarı Irmak, Kuzey Çin’le Güney Çin’i birleştiriyor.

Diamond’ın yukarıda tüm bölümcede sunduğumuz görüşlerindeki mantığa göre, şöyle bir çıkarım yapabiliriz: Tayvan, Hong Kong ve Macau’nun, Çin’in doğrudan denetimi dışında kalması, kalkınma için olumlu. Yeni kılgıbilgisi uygulamaları için deneme bölgeleri olarak iş görebilirler (kalkınma biçimlerinin günümüzde değişmemiş olduğunu varsayarsak elbette- bkz. yukarıdaki Avrupa Birliği yorumu).

Diamond’ın açıklamasında şöyle bir sorun var: Engebeliliği, kılgıbilgisinin vb.’nin yayılamamasının gerekçesi olarak sundu; şimdi, Avrupa’nın bölünmüş olmasının nedeni olarak sunuyor. O zaman nasıl oldu da kılgıbilgisel gelişmeler yayılabildi? Diamond’ınki, bağımsız devlet kuracak kadar engebeli, kılgıbilgisinin yayılmasına izin verecek kadar az engebeli bir Avrupa anlayışı. Şu soru akla geliyor: Bunun bir ayarı mı var?

Needham Karşıtlamı’na şöyle bir yanıt verilebilir: Çin Seddi’nin yapılması, Çin uygarlığının sonu oldu. Çin, dış etkilerden yalıtılmış oldu. Yüzyıllar boyunca savaşlar, en çok Çinli güçler arasında oldu. Moğol saldırısı dışında, İngiliz sömürgeciliğine dek büyük savaş görülmedi. Bu da, Çin’i hantallaştırdı. Kuzey, Çin Seddi’yle; Güney, doğal bir yolla, denizin set çekmesiyle korunuyordu. Çin Seddi’nin yapıldığı zamanlarda, denizden gelip Çin’i fethedecek bir güç yoktu. Ne zaman ki okyanus-aşırı gemiler gelişti; Çin, savunmasızcasına öylece kaldı.

Kalkınmayla ilgili üç yaygın yanılgı (bizce bunlar ‘yanılgı’) şöyle: Birincisi, kalkınmayı sömürgecilikle ve dolayısıyla, kalkınamamayı sömürülmekle ilişkilendirir. Oysa, Avrupalılar, ‘Amerikalar’a ayak bastıklarında, ‘Amerika,’ halklar için güllük gülistanlık değildi. Tıpkı Çin Seddi ya da Mısır Piramitleri için binlerce insanın çalışırken ölüşü gibi, Aztek, Maya ve İnka devletleri için uyrukları maldan farksızdı. Bu durum, Irak’ta da aynı biçimde görülmektedir. Irak, daha önce yerli sömürgeciler tarafından işgal edilmişti, şimdi ise yabancı sömürgeciler tarafından işgal ediliyor. Yalnızca yabancıların sömürgeci olduğu, ‘kendi insanının’ sömürgeci olamayacağı savı, yalnızca devlet içinden bakınca mantıklı görünür. Dolayısıyla, burada yerli sömürgeci-yabancı sömürgeci ayrımı ortaya atılmaktadır (bu ayrımı dile getirmese de, halktan bakış ve devletten bakış ayrımını Selçuklu dönemi ayaklanmaları bağlamında ele alan Çamuroğlu (2000)’e bakınız). Yerli sömürgeciler sömürdükçe, halk, barbarları bekler.

İkinci yanılgı, kalkınmayı yenilikçilerle ve kalkınamamayı tutucularla ilişkilendirmektir. Yine yalnızca devlet içinden bakıldığında, kalkınma yenilikçilerle tutucular arasında bir çekişme olarak görünür. Halktan bakış ise, kalkınmayı devletin insanına verdiği değerle açıklar: Halk, devlet tarafından, köleci toplumlarda köle; derebeylik düzenlerinde toprağa bağlı köylü olarak görülür. Yine halktan bir bakış, kalkınmayı paranın yabancı paralara göre değeriyle değil, ‘yaşam kalitesi’ göstergeleriyle açıklar: Bebek ölümleri, beklenen yaşam süresi, toplumsal hizmetlerden yararlanabilme düzeyi vb.

Üçüncü yanılgı, ‘ilerici’yle ‘ileri’yi ve aynı biçimde ‘gerici’yle ‘geri’yi birbirine karıştırmaktır. Kimisi bu yanlışa düşüp Bizans’a ‘gerici’, Osmanlı’ya ‘ilerici’ bile diyebilmektedir! Oysa, ileri bir üretim ilişkisinde olmak ilerici olmayı gerektirmez. Gerçekte, her ileri üretim ilişkisi, halkı sömürmede ve halkın özgürlük alanını daraltmada daha da ilerlemek anlamına gelir. Bilgisayar, ileri bir araçtır ama ilerici bir araç değildir. Aracın ilerici kullanımı olabilir ve demek ki gerici kullanımı da olabilir; ama araç, kendi başına ilerici olamaz. Bilgisayarlar, bebek ölümlerini düşürüyor mu? Osmanlı’da beklenen yaşam süresi uzamış mıydı? İlericiliğin asıl ölçüsü budur.

“Ama insan-için-çevre her aşamada değişir”


Caudwell (2002), Diamond’ın kitabının yayınlanmasından 60 yıl kadar önce, marksçı bir tarihçilik anlayışıyla, Diamond’ın yaklaşımını mahkum etmişti:

Burjuva kültürünün doğurduğu ilk nedensel tarih şeması çevresel veya metafizik-maddeci açıklamaydı; bu açıklamaya göre insanın toplumsal tarihi çevrenin bir sonucuydu. Sıcak iklim siyah ırkları yaratır. Kömürün olduğu yerde endüstriyel bir kültür doğacaktır. Soğuk bölgelerdeki insanlar zorunlu olarak avcıdır. Nehir ve deniz kıyılarında yaşayanlar ya denizci ya balıkçıdır. Verimli bölgeler nüfus yoğunluğunu destekler ve şehir yaşamını olanaklı kılar. Düzenli seller, yerleşik tarımın ortaya çıkışını sağlar.

Güçlü görünümünün yanı sıra, bu açıklama son aşamada ölümcül bir zaaf da taşır. İnsanın etkin yaratıcı rolünü göz ardı eder ve onun çevre tarafından edilgence biçimlendirilmiş olduğunu düşünür; oysa durum böyle değildir kuşkusuz.

Örneğin kömür dünyanın pek çok bölgesinden çıkar, ama endüstriyel üstünlüğe sadece belli yerlerde ve bazı zamanlarda yol açmıştır. Başka yerlerde endüstriyel gelişme su gücüne dayalı olmuştur. Dünyada binlerce ada vardır, ama bunlardan kimilerinin yerlilerinin kayıkları bile yokken, kimilerinde sepet-kayık ve lastik botlardan okyanus aşan gemilere kadar çeşit çeşit araç vardır. Kömür madenlerinin üstünde yaşıyor olmalarına karşın, eski İngilizler böyle bir maddenin varlığından habersizdiler, bu yüzden de kömür onların varlıklarını belirleyemezdi.

Bütün bunlar mekanik-maddeci yorumdaki “boşluğu” açığa çıkartıyor. Doğanın koşullayıcı kaynakları yalnızca kendi-içinde-şey olmaktan çıkıp bizim-için-şey durumuna geldikleri zaman belirleyici olabilirler ancak. Eski İngiliz için kömür diye bir şey yoktu çünkü onu çıkartma tekniğine sahip değildi. Teknik, kömürü belirleyici bir toplumsal öğe yapmak için gereken işbölümü (kapitalist madencilik) var olduğu zaman gelişen toplumsal örgütlenmeye dayalı olarak ortaya çıkar. Aynı şekilde, yalnızca uçmak için gerekli tekniğe ve toplumsal örgütlenmeye sahip olan bir ırk için hava önemli bir taşıma ortamı olabilir; yalnızca gemi yapabilen bir ırk için su gemicilik ortamı oluşturabilir, bu gemilerin boyutu ve karmaşıklığı da onların ekonomik gelişme düzeylerine bağımlıdır.

Böylece çevrenin maddesel şekillenişini uygarlığın belirleyici öğesi olarak koyan her şema yanılır, çünkü çevrenin durağan olmadığını göz ardı eder. Çevrenin nitelikleri özneye, insana ve öncelikle onun toplumsal örgütlenişine bağlıdır. Ancak tekniğin ve toplumsal örgütlenmenin madenciliği olanaklı kıldığı yerlerdeki çevre madenciliğe elverişlidir. Yalnızca toplumsal uygarlığın kültürü olanaklı kıldığı bir aşamaya gelinmiş olan yerlerde ekilip ürün elde edilecek bir çevre vardır. Yalnızca toplumsal örgütlenmenin gemilerin yapılıp yüzdürülmesini olanaklı kıldığı yerlerde denizciliğe uygun bir çevre söz konusudur.

Böylece çevre toplumun her aşamasında nehirler, demir, kömür ve hava biçiminde belirleyici bir öğe olarak görünmesine karşın, hangi öğelerin belirleyici olacağı insanın her evredeki teknik ve toplumsal örgütlenmesine, kısacası ekonomik üretimine bağlıdır. Çevrenin hem gerçekliği hem gizilgücü, ekonomik üretim tarafından değiştirilir. Bu yüzden çevre, edilgin bir toplum üzerinde etkin bir öğe olarak yer alamaz tarihte; çünkü toplum, her aşamada çevredeki hangi öğelerin belirleyici olacaklarını rasgele değil, bir önceki aşamanın sonuçlarına göre seçer.

Bu anlaşıldığı zaman, tarihin çevre yoluyla açıklanması iflas eder, çünkü tümüyle çevresel olmayan nitelikleri toplumdan sıyırdığımız zaman geriye insana dair tanınabilir bir şey kalmaz. Bu, çevre tarihi belirlemede hiçbir rol oynamaz demek değildir. Tersine, her aşamada insan-için-çevre belirleyicidir. Ama insan-için-çevre her aşamada değişir; o halde değişimin nedeni toplumda aranmalıdır (Caudwell, 2002, s. 244-246)- (altını biz çizdik).



Diamond’ın temel sorunu, ırkçı olmayan bir kalkınma/ gelişim modeli öne sürmekti. Caudwell’in amacı ise, ırkçı olsun olmasın –marksçı bir tarih anlayışı öne sürmek. Irkçılığa kesinlikle karşı olan ve 30 yıl gibi kısa ömründe büyük yapıtlar bıraktıktan sonra, 1937’de İspanya İç Savaşı’nda Uluslararası Tugay’da frankoculara karşı çarpışırken ölen Caudwell’in tarih anlayışı, ne yazık ki, ırkçı açıklamaları dışarıda bırakmıyor. Kalkınmanın toplumsal örgütlenmeden kaynaklandığını ileri sürerseniz –ki Caudwell bunu yapıyor, kaçınılmaz olarak; kimi toplumların diğerlerine göre daha üstün olduğu sonucuna gidersiniz –ki bu da ırkçı düşüncenin temel savlarından biridir.

Ayrıca, Caudwell’deki yaratıcılık kavramı (bkz. alıntıda altı çizili bölüm), anlaşıldığı kadarıyla bir soyutlamadır. Fiziksel ve sinirbilimsel olarak somutlandığında, kimi insanların beyninin ve sinir dizgesinin diğerlerine göre daha ‘gelişkin’ olduğu gibi bir çıkarsama yapılabilir ki bu da tam ırkçılığın kalkış noktasıdır. Üstelik, yaratıcılık kavramının eleştirel bir süzgeçten geçirilmeden, tanımında bir uzlaşı varmış gibi öne çıkarılması, düşünsel anlamda yanıltıcı olabilir (bkz. Gezgin, baskıda, b, ‘Yaratıcılık: Gizemli Olmayan Bir Etkinlik’ başlıklı 9. Bölüm).

Caudwell’in bakışının Diamond’ın açıklamasını tümüyle geçersiz kıldığını söyleyemeyiz. Tarım-hayvancılık savları mantıklı. Ancak, evcilleştirmeyle ilgili güçlü savlarının yanında, evcilleştirilebilir olup da çeşitli nedenlerle (dinsel vb.) evcilleştirilmemiş hayvanlar olup olmadığı da incelenmelidir. Dolayısıyla, Caudwell’le biçimlenmiş yeni Diamond sorusu, “Neden eşit ya da denk tarım-hayvan koşullarına sahip kimi toplumlar gelişirken diğerleri gelişmedi?” sorusuna dönüşecektir. Bu soru dönüşümü, “Neden kimi toplumlar gelişirken diğerleri gelişmedi?” sorusunu olumlu anlamda daraltmakla düşünsel olarak daha ileri olmakla birlikte, Diamond’da yeterince yanıtlanmadığı için asılı duruyor. Caudwell’in belirttiği gibi, insansız bir doğal çevre açıklaması, ilk bakışta güçlü görünürken, derinlemesine bir inceleme, bu tür bir açıklamanın yetersizliğini ortaya koyuyor. Bu yeni soruya (“Neden eşit ya da denk tarım-hayvan koşullarına sahip kimi toplumlar gelişirken diğerleri gelişmedi?”) eksen (Kuzey-Güney; Doğu-Batı) ve yeryapı (Avrupa’ya karşı Çin gibi) açıklamaları doyurucu bir yanıt verebiliyor mu? Sanmıyoruz. Diamond’da eksik olan, insan ve toplumdur.

Diamond, bu eksikliğin farkında:

Karmaşık And uygarlıklarının bir yazı sistemi geliştirmekteki şaşırtıcı başarısızlıklarını açıklayan dilsel ya da kültürel bir etmen var mıydı? Hindistan’ın çevre koşullarında, Hindistan’da teknolojinin gelişimi açısından ciddi sonuçlar doğurmuş olan katı sosyoekonomik kastlara zemin hazırlayan bir şey var mıydı? Çin’in çevre koşullarında, yine tarihi çok derinden etkilemiş olabilecek Konfüçyüs felsefesine ve kültürel tutuculuğa zemin hazırlayan bir şey var mıydı? Başkalarını kendi dinine çevirmek dini olan Hıristiyanlık ve Müslümanlık niçin Çinliler arasında değil de Avrupalılar ve Batı Asyalılar arasında sömürgeciliğin ve fetihlerin itici gücü oldu?

Bu örnekler çevre koşullarıyla ilgisi olmayan, başlangıçta çok önemsiz olup daha sonra etkili ve uzun ömürlü kültürel özelliklere dönüşen özel kültürel tuhaflıklarla ilgili soruların nasıl böyle uzayıp gidebileceğini gösteriyor. Bu kültürel tuhaflıkların önemi yanıtlanmamış önemli bir soru olarak duruyor. En iyisi, belli başlı çevresel nedenler dikkate alındıktan sonra bütün dikkatimizi bir bilmece olarak kalan tarihsel seyirlere vererek bu konuya yaklaşmaktır (Diamond, 2002, s. 551).

Ama sorun, bu eksikliğin farkında olmakla çözülmüyor. Sorun, bu eksiklik karşılanmadan doyurucu bir kalkınma açıklaması getirilip getirilemeyeceğidir. Üstelik, ırkçı savlar da yanıtlanabilmiş değildir.


Gezgin’in Uygarlık İlkesi


Uygarlık, avcılık-toplayıcılıktan tarım-hayvan toplumlarına geçişle ortaya çıkmıştır. ‘Tarım-hayvan toplumu’ demek, bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesi yanında, ‘yabancılar’ın köleleştirilmesidir. Madem ki, insan, bir tür hayvandır, hayvanlar nasıl ki evcilleştiriliyor; insanlar da köleleştiriliyor. Gerçekte, uygarlık, canlıların (yani bitkilerin ve insanları da içermek üzere hayvanların) evcilleştirilmesiyle ortaya çıkmıştır; evcilleştirenler, kendilerine tanrısallık yüklemiş ve kendini böylece insan yani hayvan oluşlarından soyutlamışlardır. Tarihte, güçlülerin hep toplumsal darvinci olduğu görülmektedir.

Bitkiler ya evcilleştiriliyor ya da toplanıyor. Hayvanlar ya evcilleştiriliyor ya da avlanıyor. Avlananlar ve toplananlar, bir süre sonra tükeniyor ve evcilleştirmeye (tarım ve hayvancılık) girişiliyor. Söz dinleyen, uysal canlılar yaratılıyor. Canlıların yapısal özellikleri evcilleştirmeye izin vermiyorsa, düzen çöküyor.

Lakoff ve Johnson’ın ünlü ötegönderim (metafor) kuramından esinlenerek, her toplumun iç ve dış yapısallıkları nedeniyle belirgin ötegönderimlere sahip olduklarını söyleyebiliriz. Yukarıda sözü edilen, ‘evcilleştirilecek hayvanlar olarak yabancılar’ ötegönderimi, buna örnektir ve bu konu, tam da ‘bilişsel toplumbilim’ olarak adlandırılan bilimin alanına girer. Günümüzde, yerli ve yabancı sömürgecilerde baskın olan iki ötegönderim, avcılık-toplayıcılık ve tarımcılık-hayvancılıktır: ‘Amerika’, Fransa vb., yerlileri ‘evcilleştirmeyip’ öldürdü, başka bir yerde (Afrika’da) ‘evcilleştirdiklerini’ getirerek uygarlık kurdu. Onlar gelmeden önceki İnka, Maya, Aztek vb. toplumlarda da aynı ötegönderimler egemendi.

Haydut kime denir? Haydut, malını ve canını isteyen egemene uysal davranmayan, evcilleşmeyen bir canlıdır. Evcilleşirse, öldürülmez ama o zaman, tanım gereği, haydutluktan emekliye ayrılmış olur. Evcilleşmeyenler, avlanır ya da toplanır. Tarım-hayvan toplumu, Diamond’ın da belirttiği gibi, avcı-toplayıcı geleneği tümüyle ortadan kaldırmaz: Evcilleştirilemeyenler, yine avlanır ve toplanır. Tarlasına buğday ekip köpeğiyle gezen köylü, dağda gezerken böğürtlen de (yaban bitkidir, evcilleştirilmemiştir) yiyebilir, kurt da avlayabilir. İşte uygarlık!

Bu sözler yeni değil. Ama yeni olan, bu toplum yapısının sonraki toplumsal yapılara, insan zihninde yer ederek genellenmiş olması. Dolayısıyla, Gezgin’in Uygarlık İlkesi şudur: Uygarlık, tarım-hayvan toplumunun yarattığı bilişsel ulamların (kategori) genelleşerek, varolan ve olacak tüm toplumlara genelleşmesidir. Kalkın(ama)ma açıklamaları ise, Gezgin’in Uygarlık İlkesi dikkate alınmadan doyurucu olamayacaktır.

Tarım-hayvan toplumunun bulaşıcı hastalıklarla ilişkisini yazının başlarında ele aldık. Bulaşıcı hastalıklar, avcılık-toplayıcılıktan tarım-hayvan toplumuna geçişin bir bedelidir. Demek ki uygarlığın bedelidir. Caudwell, uygarlıkla bulaşıcı hastalıkların simgesel bütünlüğünü çok güzel yakalamıştı. Arabistanlı Lawrence’la ilgili yazdığı bir yazıda şöyle demektedir: “Aslında o, ölümcül bir hastalıktan sağlıklı bir ülkeye kaçan, ama oraya salgın hastalığı bulaştıran bir insan gibidir” (Caudwell, 2002, s. 36).


Sonuç: Yöntemde Takılı Kalım


Bu yazı, çok yöntembilgisel ve bilgifelsefel oldu. “Neden kalkınamadık?” sorusunu yanıtlamaktan çok, bu soruya gelecek yanıtların ne tür özellikler taşımaları gerektiğini, bu soruyu yanıtlamadan önce hangi soruları yanıtlamaları gerektiğini ve bunun için tarihte nelerin incelenmesi gerektiğini tartıştık. Kuşkusuz, bu yazıda açık bırakılmış çok fazla düşünce bulunmaktadır ama hayat uzun: Önümüzdeki yıllarda bu düşünceler kapanacak ve onlar kapandıkça yeni düşünceler açık bırakılacak. Ve böyle sonuna dek…

Kaynakça

Bauman, Z. (2000). Postmodernlik ve hoşnutsuzlukları (çev. İsmail Türkmen). İstanbul: Ayrıntı.

Castells, M. (2005). Enformasyon Çağı: Ekonomi, toplum ve kültür: Birinci cilt: Ağ toplumunun yükselişi (çev. Ebru Kılıç). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Caudwell, C. (2002). Ölen bir kültür üzerine incelemeler: İki cilt bir arada (çev. Müge Gürsoy Sökmen ve Ali Bucak). Metis: İstanbul.

Çamuroğlu, R. (2000). Tarih, heterodoksi ve Babaîler. İstanbul: Doğan Kitap.

Diamond, J. (2002). Tüfek, mikrop ve çelik (çev. Ülker İnce). Ankara: TÜBİTAK.

Gezgin, U. B. (baskıda, a). Asya yazıları. Ankara: Kül Yayınevi.

Gezgin, U. B. (baskıda, b). Bilişsel bilimler elkitabı. Ankara: Kül Yayınevi.

Gezgin, U. B. (2006). Çinliler 1421’de Amerika’daydı. Bilim ve Gelecek, 23, 32-41.

İbn Haldun. (2004a). Mukaddime 1. İstanbul: Dergah Yayınları.

İbn Haldun (2004b). Mukaddime 2. İstanbul: Dergah Yayınları.

Lakoff, G. (1987). Women, fire, and dangerous things: what categories reveal about the mind. Chicago: University of Chicago Press.


Lakoff, G., & Johnson, M. (1999). Philosophy in the flesh: the embodied mind and its challenge to Western thought. New York: Basic Books.


Lakoff, G. ve Johnson, M. (1980). Metaphors we live by. Chicago and London: The University of Chicago Press.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

kitap özeti, kitap,yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, kitap oku, bedava kitap