Translate

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Başka Dünyalar Mümkün - Önsöz Yazısı

Bilimkurgu edebiyatı ve düşüncesine dair eleştirel yazılardan oluşturduğumuz bu seçki ne bilimkurgunun nihai tanımını yapmak ne de bilimkurgunun bir tarihçesini çıkarmak iddiasındadır. Meselemiz, daha ziyade bugün içinde yaşadığımız dünyaya eleştirel bir gözle bakarken bilimkurgunun bize hangi kapıları araladığını, ne gibi olanaklar sunduğunu, işimize nasıl yaradığını
soruşturmaktır. Bilimkurgu, en azından bilimkurgunun belli bir kolu, yaşadığımız dünya üzerinde mutlak, zorunlu ve değişmez gözüken yapıları yıkmayı ve bu yıkımın hemen ardından farklı olana, değişen, dönüşen, yeni düşünce ve eylemlere kapı aralamayı amaç edinir. Elinizde tuttuğunuz bu seçki, işte bu niyetin altını çizerek bilimkurgunun siyasi işlevinin ve felsefi yansımalarının bir analizini sunma iddiasındadır. Dolayısıyla bu kitabı hazırlayan bizler, bilimkurgunun şu an içinde yaşadığımız dünyaya dair ne söylediğinin, siyasi ufkumuzu nasıl genişletebileceğinin ve bizler için farklı ve yeni dünyalara dair hangi imkânları açabileceğinin izini sürmeye çalıştık. Farklı olana, farklı düşünene, farklı bir dil konuşana, farklı bir inanca sahip olana, kendi özerk alanında farklılığıyla var olmaya çalışana karşı hoşgörüsüzlüğün had safhaya ulaştığı, herkesin tek devlet, tek millet, tek bayrak sloganının hükmü altında aynılığa tabi kılındığı, ırkçılığın bu denli yaygınlaştığı, Orwell’in 1984′ü gibi distopyaların ‘yadırgatıcı bir edebiyat ürünü’ olmaktan çıkıp tam da gerçekten daha gerçek olduğu bir dünyada ve ülkede, bilimkurgunun bu çoktan çevremizi kuşatmış kara ütopyayı ifşa eden bir karşı strateji, farklılıklarla bir arada yaşamaya dair tahayyüllerin geliştirildiği bir mecra ve başka dünyalar, başka Türkiyeler düşlemek için bir imkân olarak değerlendirilebileceği kanaatindeyiz. Daha çok kişinin bilimkurgudan haberdar olduğu, daha çok bilimkurgu okunduğu, izlendiği, düşlendiği, hayal güçlerinin silahlı ve paralı güçlere baskın çıktığı bir dünyada, ırkçılığın, tahakkümün ve tâbiyetin yerini barışın, kardeşliğin ve özerkliğin alması işten bile değildir. Bilimkurgu ilk olarak her gün sorgulamaksızın sürdürdüğümüz alışkanlıklarımızı, boyun eğdiğimiz kurumları, tabi olduğumuz söylemleri, burnumuzun ucunda olup da bir türlü göremediklerimizi uzaklara, bambaşka dünyalara taşıyıp görünür kılarak başlar işe. O romanların Cesur Yeni Dünya’sında, 1984 yılında yaşayan ve kitapları Fahrenheit 451 derecede yakanların aslında uzak gelecekteki yabancılar değil tam da şu anki Biz’ler olduğumuzu fark ettiğimizde varlığımızı ve yaşantımızı yadırgamaya başlarız. Bilimkurgu, uzak ve olasılık dışı dünyaların değil tam da içinde yaşadığımız dünyanın adeta bir büyüteç merceğinden yansımış halini sunar bizlere. Gözümüzün fazlaca önünde olduğu için göremediklerimizi alıp bizlerden uzaklaştırır, büyütür ve görünür kılar. Sürdürdüğümüz yaşamlarımıza, alışkanlarımıza, değerlerimize böyle bir mesafeden tekrar baktığımızda, halihazırda olanın, devam edenin, süregidenin, hiç de zorunlu tek seçenek, olması gereken tek durum, sürdürülmesi gereken tek yaşantı olmadığı ortaya çıkacaktır. Yaşadığımız dünya aslında çok boyutlu, çok yönlü, çok çeşitlidir. Sorunlarımız çok daha karmaşıktır aslında. Ama medyanın, siyasi partilerin, devletlerin filtresinden geçerek bizlere ulaşan bu çeşitlilik tekliğe, yaşantılar tekdüzeliğe, sorunlar basitliğe indirgenir. Böylesi koşullar altında, bilimkurgunun işlevi, zaten var olan ancak bastırılan bir dolu çeşitliliğin, farklılığın ve karmaşıklığın yeniden görünür olduğu ve söze döküldüğü, sorunların farklı bakış açış açılarından çok boyutlu olarak yeniden sorulduğu bir alan açmasıdır. Dolayısıyla bilimkurgu, aydınlatıcı bir bilinçlendirme veya eğitme aracından ziyade, tam da böylesi bir anlayışın karşısında konumlanan ve verilen eğitimin, öğretilen alışkanlıkların ve ezberletilen söylemlerin indirgediği, bastırdığı, susturduğu çeşitliliği ve karmaşıklığı yeniden gözler önüne seren bir yaklaşım olarak iş görür.

Bilimkurgunun daha çok okunması, izlenmesi, takip edilmesi işte bu yüzden çok önemlidir. Bu noktada bilimkurgunun ikinci stratejisi ortaya çıkar. Karmaşıklığın ve farklılığın açıldığı ve kendine söz söyleme imkânı bulduğu anda, sadece bir değil binlerce dünya açılır önümüzde. Aidiyetlerimizden, kimliklerimizden ve alışkanlıklarımızdan azade, akış halinde, geçişken, değişken, sürekli dönüşen bambaşka evrenler görünür olur. Bilimkurgunun bizlere kazandırabileceği yeti de işte budur: Yeni dünyalar tahayyül etmeyi tahayyül edebilmek.
Peki, bilimkurgunun ortaya koyduğu tüm bu yeni dünyaların olumlu olduğunu iddia edebilir miyiz? Her kavram ve oluşum gibi bilimkurgu da belli bir olasılık alanı açar. Siz bu alanı istediğiniz tahayyülle doldurabilirsiniz. İsterseniz 1950′lerde Asimov’un yaptığı gibi bundan onbinlerce yıl sonrasında geçen ama bir monarşi olmaktan öteye gidemeyen devasa galaksi imparatorlukları tahayyül edersiniz, isterseniz Arthur C. Clarke gibi sorgusuz sualsiz bir teknolojik ilerlemenin insanlık için en iyi yol olduğunu, bunun aksinin düşünülemeyeceğini söyler ve dev uzay gemileri, ulvi makineler, gezegenler inşa eden sistemler tasavvur edersiniz. Veya, Uzay Yolu’nun Atılgan gemisine atlar ve Batı Avrupa’nın yüzyıllar boyunca dünyanın geri kalanı üzerinde uyguladığı emperyalist ve sömürgeci anlayışı galaksi çapında sürdürürsünüz ve bunun adına da ‘bilimkurgu’ dersiniz. Sözü geçen tüm bu yazılı ve görsel yapıtların bilimkurgu olmadığını söylemek elbette yersizdir. Bunlar da bilimkurgudur. Ne var ki, tüm bunlar, bilimkurgunun tahayyül gücünü, halihazırdaki aynı insanlık durumunu coğrafi, zamansal ve teknolojik anlamda daha büyük ölçeklere taşımaktan ibaret gören bir anlayışın yansımaları olarak kalır. Bugün bizim için daha ilgi çekici olan bilimkurgu yaklaşımı ise halihazırdaki insanlık durumuna, mutlak bir bilimsel ilerlemeye, aydınlanmanın ideallerine ve modernitenin sonuçlarına şüpheyle yaklaşan 60′lar ve sonrasında gelişen bir bilimkurgudur. Ursula Le Guin’in ikircikli anarşist ütopyası Mülksüzler’de Anarres halkının kurduğu devlet ve mülkiyet kavramlarından azade toplumsal ilişkilerinden Philip K. Dick’in akıllı ve deli arasında kanıksadığımız keskin ayrıma meydan okuyan ve ruhen ’sağlıklı’ olmanın ne demek olduğu sorusunu bir hayli karmaşıklaştıran romanı Mars’ta Zaman Kayması’na, Stanislaw Lem’in bugün en ufak bir şüphe duymaksızın yücelttiğimiz o insan merkezci bilim anlayışının evrensel boyutlarda ne denli çaresiz ve gülünç duruma düşebileceğini ifşa ettiği Solaris kitabından, Samuel Delany’nin her gün duymaya alıştığımız özgürlük, çeşitlilik, çoğulculuk söylemlerinin nasıl da şiddetli bir tahakküm ve hatta savaş aracı olarak iş gördüğünü gözler önüne serdiği Triton eserine kadar uzanan bir dizi yeni kuşak bilimkurgu yapıtı, bizleri içinde yaşadığımız toplumun, kullandığımız kavramların ve inandığımız söylemlerin sadece seçeneklerden biri olduğunu düşünmeye iter. Böylece, var olan katılaşmış iktidar yapıları gevşemeye ve tıpkı bir Philip K. Dick romanındaki gibi gözlerimizin önünde çürümeye başlar. Bu çürümenin bir sonucu olarak bir yandan zihnimizdeki basite indirgenmiş sorunlar ve sorular derinleşir ve çeşitlenirken bir yandan da önümüzde bambaşka dünyalar belirmeye başlar. Bilimkurgu bir anlamda dünyaya ‘yamuk bakmak’tır. Bu dünyaya fazlaca yamuk bakarsak bir süre sonra bizim mi dünyaya yamuk baktığımız yoksa bu dünyanın mı yamuk olduğu şüphesi uyanır içimizde. Tıpkı bilimkurgunun başyapıtlarından biri olan ve İkinci Dünya Savaşı’nı Amerikalılar ve Sovyetlerin değil de Almanlar ve Japonların kazandığı ve ondan sonraki tüm tarihin de buna göre yazıldığı bir evrende geçen Yüksek Şatodaki Adam romanını okurken deneyimlediğimiz gibi. O romanı okurken, bugün insanlığın kurtuluşu için kaçınılmaz ve dosdoğru tek seçenek olarak gördüğümüz bir tarih, yani liberal ve ‘özgür’ ülkelerin zaferi, aslında rastlantısal ve karmaşık milyonlarca olasılıktan sadece biri olarak beliriverir. Ne var ki, bugün içinde yaşadığımız toplumda, bu tek seçenek, bu tek kutuplu yeni dünya düzeni diğer tüm olasılıkları susturmuştur. Onun aksini düşünmek bile söz konusu değildir. Tarihe, daha doğrusu tarihin nasıl yazıldığına, ancak yüksekçe bir şatodan ve yamuk bir biçimde baktığımız zaman farklılığı kapatan bu tahakküm çözülecek ve tüm zamansal ve mekânsal olasılıklar açılacaktır. Bizimle beraber dünya da yamulmaya başladığında, olası tüm farklı mekânlarda ve olası tüm zamanlarda yapılabilecek olası tüm tercih ve etkileşimlere dayanan sonsuz kere sonsuz dünya görünür olur böylece. İşte bu noktada, bir kez daha tekrar etmek gerekirse, bilimkurgu bugünkü dünyanın mutlak yanlışlığını gösteren bir tür distopik bilinçlendirme aracı veya farklı ‘bir’ tek dünyanın bugünküne ‘alternatif’ olarak dayatılması anlamında bir ütopya olarak değil, farklı sonsuz sayıdaki dünya olasılığını görebilmeyi mümkün kılan bir ‘bakış açısı’ olarak iş görür. Evet, bilimkurgu, bir bakış açısından ibarettir aslında. Bilimkurgu yazarlarının tahayyül ettiği dünyaları, onların ütopyalarını, distopyalarını, eleştirilerini, çözüm yollarını beğeniriz veya beğenmeyiz. Önemli olan hangi yolun doğru, hangi yolun yanlış olduğuna karar vermek değildir. Başka hangi ‘bir’ dünyanın veya hangi ‘tek’ ve ‘en doğru’ ütopyanın bugünkü dünyaya tercih edilmesi gerektiğinin reçetesini bulmak da değildir derdimiz. Önemli olan doğrunun ve yanlışın, iyinin ve kötünün ötesinde konumlananan başka binlerce yolun, düzenin, ilişki biçiminin, başka ‘bir’ dünyanın değil başka ‘dünyaların’ mümkün olduğunu düşleyebilen bir bakış açısına sahip olabilmektir. İşte ancak o zaman o başka dünyalar arasından kendimizinki seçebileceğimiz ve sürekli bu tercihimizi değiştirebileceğimiz, bunu yaparken de kendi dünyamızı başkalarına dayatmadan bir arada yaşayabileceğimiz bir evren mümkün olur. Sabitliğin, mutlaklığın, zorunluluğun yıkıldığı, nüfus cüzdanlarımızda bizleri tanımlamak için oluşturulmuş tüm etnik, dini, medeni veya coğrafi etiketin hükümsüzleştiği, ulusal sınırların anlamsızlaştığı, tarihin binlerce anlatıdan sadece biri olarak göründüğü bir dünyadır bilimkurgunun dünyası. Bazılarının öngördüğü gibi bir ‘gerçeklerden kaçış’ edebiyatı değil, tam da bastırılan, susturulan, yok sayılan on binlerce farklı gerçekliğin, düzinelerce farklı siyasi tahayyülün, onlarca farklı toplumsal ve kişisel ilişki biçiminin ifade alanı bulduğu ve böylece gerçekliğin çoğullaştığı bir alandır bilimkurgu.
Bilimkurgu, hayal kurmak işidir. Hayal kurmak gerçekliği de kurmak demektir. Geçmişin hayallerinin bugünkü gerçekliği kuran güç olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda hayal kurmanın gerçeklerden kaçmak olduğunu söyleyen ve hayal kurmayı gülünç ve çocukça bir çaba olarak niteleyenlerin sadece kendilerini ve bizleri yanıltmakla kalmadıklarını, onların aynı zamanda var olan, halihazırda ‘gerçek’ olarak kabul edilen bir düzeni, yani bugünkü eşitsizlikleri, adaletsizlikleri, baskıcı yapıları, militarist kurumları, ırkçı yaklaşımları değişmez tek seçenek olarak dayatan ve aksini düşünmenin önünü tıkayan tahakkümcü bir söylemin savunuculuğunu yaptıkları görülür. Hayal kurmak, bireyden başlar, kişisel bir iş gibidir ilkin. Ancak Michel Foucault’nun da belirttiği gibi en temelde insanın kendisi ile kurduğu ilişki, onun toplum, siyaset ve en nihayetinde dünya ile kurduğu ilişkinin dayanak noktasıdır. Bu durumda, hayal kurmak belki de en politik, en isyankâr, en devrimci kalkışmadır. Çünkü hayal kurmak, insanın kendi hayatıyla beraber tüm bir toplumun ve dünyanın da halihazırda süre giden durumundan hoşnut olmadığını, başka türlü bir hayat arzuladığını ve bu başka türlü hayat için mücadele ettiğini gösterir. İşte yaşadığımız dünya, şu anki ‘gerçeklik’ten memnun olup hayalleri ve farklılığı bastıranlar ile hayal kurup o gerçekliği çoğullaştırmaya çalışan, ‘olanı’, ‘olması gereken’ olarak kabul etmeyenler arasındaki bir mücadeleyle biçimlenmektedir. Her mücadele gibi hayal kurmak da elbette bir emek işidir. Hayal kurmak, düşünmeyi, bizlere ‘gerçek’ olarak dayatılanı sorgulamayı, farklılığı ile var olmak için direnmeyi gerektirir. Bilimkurgu, ütopyalar ve siyaset üzerine hazırladığımız bu seçki, elbette bugüne kadar bilimkurgu ile ilgilenmemiş bir okur kitlesinin de bu türle, bu farklı düşünme biçimi ve bakış açısıyla tanışmasını sağlamayı amaçlamıştır. Ancak, elinizde tuttuğunuz bu kitaptan azami fayda sağlamak için elbette bu yazıda sözü geçen ve geçmeyen daha birçok bilimkurgu kitabının okunması, bilimkurgu filmlerinin seyredilmesi, bunların üzerine düşünülmesi, emek verilmesi bekleniyor. Bu seçkide yer alan makaleler, daha önce bilimkurgu alanında eserler vermiş, bilimkurgu yazını ve bakış açısı üzerine düşünmüş ve emek vermiş Isaac Asimov, J. G. Ballard, Samuel R. Delany, Philip K. Dick, Ursula K. Le Guin, Stanislaw Lem, H. G. Wells gibi yazarların ve Steven Best, Scott Bukatman, Judah Bierman, John Fekete, Douglas Kellner, Frederic Jameson gibi tanınmış kuramcı ve edebiyat eleştirmenlerinin değerlendirmelerini içeriyor. Kitabı hazırlarken tüm bu adı geçen yazar ve düşünürlerin bilimkurgunun tarihsel yönelişine damgasını vuran ve yazıldığı dönemde büyük tartışmalar uyandıran metinlerini seçmeye özen gösterdik. Şimdi isterseniz, sözümüzü bağlamadan önce, kitabımızın içeriğine biraz daha yakından göz atalım.
Seçkinin ilk bölümünü bilimkurgunun tanımına dair tartışmalar oluşturuyor. Daha önce de söylediğimiz gibi burada bilimkurgunun mutlak ve tek bir tanımını yapmaktan ziyade bu tanımı yapmayı deneyen farklı görüşteki yazarların düşüncelerine yer verelim dedik. Bu bağlamda sırasıyla Samuel R. Delany, Stanislaw Lem, Ursula Le Guin ve Isaac Asimov’un bilimkurguya dair yaklaşımlarını dile getirdikleri makalelerini ve söyleşilerini seçkimize dahil ettik. İkinci bölümü, bilimkurgunun belki de en bilinen ve siyasi alana yaptığı doğrudan vurgu ile bilimkurguya yönelik ilgisi olmayan okurlarca da yoğun bir biçimde okunan türlere yani ütopyalara, distopyalara ve heterotopyalara yer ayırdık. Bu bölümde, H. G. Wells’in 1939 yılında kaleme aldığı Ütopyalar başlıklı tarihi makalesinin yanında ülkemizde en çok okunan bilimkurgu eseri olan Mülksüzler ve en çok okunan bilimkurgu yazarı olan Ursula Le Guin ve onun ütopyacılığına dair Judah Bierman’ın anarşist, Frederic Jameson’ın Marksist ve Samuel Delany’nin post-yapısalcı (Foucaultyen) eleştirilerine yer verdik. Bu makalelerde ayrıca Frederic Jameson’ın Le Guin’in Karanlığın Sol Eli eseri üzerinden ütopya anlayışının indirgemeciliğine yönelttiği eleştirileri ve Samuel Delany’nin kendi eseri Triton’u bir heterotopya (aynı anda farklı dünyaların bir arada tasavvur edildiği bir kurgu biçimi) olarak tasarlarken ütopyacılık karşısında geliştirdiği eleştirel tavrı da okumak mümkün. Bu bölümde yer alan bir diğer makale olan John Fekete’nin Mülksüzler ve Triton: Ütopyacı Bilimkurguda Birey ve Düzen başlıklı yazısı da hemen hemen aynı dönemlerde ancak çok farklı kaygılar ve kurgularla yazılmış bilimkurgunun çok önemli iki eserini, Mülksüzler ve Triton’u, bireye ve topluma bakışları açısından karşılaştırıyor. Özetle, ikinci bölümde özellikle ütopya ve ütopyacılık üzerine bir dizi farklı bakış açısını ve eleştiriyi bir arada sunmaya çalıştık. Üçüncü bölüm, bilimkurgunun en üretken ve yaratıcı isimlerinden Philip K. Dick üzerine. Burada benim yazar hakkında kaleme aldığım tanıtıcı bir kısa yazının ardından, Philip K. Dick üzerine yazılmış iki çarpıcı makale ve yazarın kendi tecrübelerini dile getirdiği otobiyografik metnine yer vererek PKD’nin uçsuz bucaksız evrenine bir göz atalım istedik. Philip K Dick’in Karanlık Kehanetleri başlıklı ilk makalede siyaset kuramcıları Douglas Kellner ve Steven Best, PKD’nin metinlerini Marksist bakış açısıyla değerlendiriyor ve bu metinlerin tam da çağımızın sorunları karşısında yükseldiğini gözler önüne seriyor. Çağımızın bir diğer büyük bilimkurgu yazarı Stanislaw Lem’in PKD hakkında kaleme aldığı ve bilimkurgu yazınında tarihsel öneme sahip Şarlatanlar Arasında Bir İleri Görüşlü başlıklı makalesi ise Lem’in bir yandan Amerikan bilimkurgusunu eleştirirken bir yandan da PKD’yi farklılığı ve özgünlüğü ile öne çıkarma ve onun yaratıcılığının kaynaklarını ortaya koyma çabası olarak okunabilir. PKD’ye ayırdığımız bu bölümdeki son makale ise yazarın kendisinin kaleme aldığı en çarpıcı edebiyat dışı ve otobiyografik metinlerinden biri olan İki Günde Çökmeyecek Bir Evren Nasıl Kurulur? başlıklı makalesi. Burada yazar, bilimkurguya ve yaşadığımız çağa bakışını, kendi öznel yazma deneyimleriyle harmanlayarak okuyucusuyla paylaşıyor.
Dördüncü ve son bölüm ise 1980 sonrası çağdaş bilimkurgunun bir soruşturmasını içeriyor. 1980li yıllardan itibaren özellikle iletişim ve bilgisayar teknolojilerinin gündelik hayata yoğun bir biçimde girmesi ile beraber bilimkurgunun bir gelecek tasavvurundan ziyade gündelik hayatın bir anlatısı haline geldiği söylenebilir. Bu anlamda dönemin siyasi ve felsefi kuramcılarının da bilimkurgusal imgelere ve bilimkurgunun bakış açısına yoğun bir biçimde başvurduğu gözlenmiştir. Dolayısıyla bu bölüme, benim kaleme aldığım ve Peter Sloterdijk, Jean Baudrillard ve Donna Haraway gibi çağdaş düşünürlerin bilimkurguyla ve siyasetle ilişkilerini sorguladığım Sinik Aklın Eleştirisinden Siborg Manifestosuna, 21. Yüzyıl İçin Siyaset Arayışları başlıklı makale ile giriş yaptık. 80li ve 90lı yılların en tanınmış bilimkurgu yazarlarından olan ve aynı zamanda Crash (Çarpışma) filminin senaryosuna da imza atan J. G. Ballard hakkında tanıtıcı bir giriş ve kendisiyle yapılmış bir söyleşi Shepperton’lu Kâhinin Milenyum İnsanları: J. G. Ballard ile Söyleşi başlığıyla dördüncü bölümün ikinci makalesi olarak yer alıyor. Son olarak, tanınmış edebiyat kuramcısı Scott Bukatman’ın 80 sonrası bilimkurguya damgasını vuran siberpunk akımını, J. G. Ballard, William Gibson, Bruce Sterling gibi yazarların ve Donna Haraway, Michel Foucault, Gilles Deleuze ve Felix Guattari gibi kuramcıların eserlerine zengin referanslar vererek değerlendirdiği İnsan-Sonrası Güneş Sisteminden Kartpostallar başlıklı makalesine yer verdik. Seçkimizin sonunda iki ek var. Bu ekler, Türkiye’de bugüne kadar yayımlanmış bilimkurgu dergileri ve ABD’de yayımlanan bilimkurgu dergileri üzerine tanıtıcı yazılardan oluşuyor.
Evet, seçkimizin içeriği özetle böyle. Son olarak, bu seçkinin hazırlanış sürecine kısaca değinmek istiyorum. Elinizde tuttuğunuz kitap 2002 - 2005 yılları arasında çıkardığımız ve o dönem Türkiye’deki tek bilimkurgu yayını olan Davetsiz Misafir adlı aynı zamanda çizgiroman, siyaset ve felsefe dergisinin yazar ve çevirmenlerince hazırlanmıştır. (Dergimizde yayımlanmış yazıların büyük bir bölümü ile beraber güncel yeni yazılarımızın bir toplamı www. davetsizmisafir.org adresinde bulunabilir.
O yıllarda, yani bizler henüz üniversite öğrencisiyken başladığımız ve tamamen kendi imkânlarımızla sürdürmeye çalıştığımız bu dergicilik serüveni, hayallerimizi ve umutlarımızı paylaşma arzumuzun bir tezahürü olsa da, aslında büyük bir umutsuzluktan ve hayal kırıklığından doğmuştu. Okuduğumuz bölümlerde ne hayalini kurduğumuz hararetli ve derinlikli siyasi tartışmaları bulabilmiştik ne de içinde yaşadığımız toplumun güncel toplumsal meseleleriyle hakikaten dertlenen ve farklı bir dünya tahayyül eden araştırmacılarla, hocalarla tanışabilmiştik o yıllarda. Okul, sanki başka bir gezegende kurulmuştu. Neyse ki, dergiyi yayınlamakta ısrar ettikçe bu dertlenmemizde, bu hayal kırıklığımızda yalnız olmadığımızı çok geçmeden öğrenecektik. Her ne kadar ilk nüvesi Boğaziçi Üniversitesi’ndeki öğrenciler tarafından atılsa da dergi daha çok basıldıkça, daha çok yayıldıkça, sesi duyuldukça, ülkenin dört bir yanından yankılanmaya başlayacaktı bu hayal kırıklığı. Mardin’den, Bursa’dan, Mersin’den, Çanakkale’den, Tekirdağ F Tipi cezaevinden, hatta Aachen’den ve Londra’dan emailler almaya başlayınca ne de heyecanlanmıştık. Ne kadar da çoktu bu hayal kırıklığına ortak olanlar.
Bunu bu dergiyi çıkarmadan asla bilemezdik. Kimisi eserlerinin, yayın tekelleri tarafından piyasanın kalıplarına uydurulmaya çalışılmasından bıkmış; kimisi belli ideolojik kalıpların dışına çıktığı için yaratımlarını yayınlatacak hiçbir mecra bulamadığından yakınmıştı. Kimisi içinde yaşadığı bu koskoca dünyanın aslında bir hapishaneden farksız olduğunu haykırmak istemiş, kimisi ise fiilen içinde bulunduğu hapishaneden dışarıdakilere seslenmişti, biraz olsun onun için de Boğaz’ın havasını çeksinler diye ciğerlerine. Çoktan bir toplama kampına dönüşen bu dünyada, piyasa ilişkilerinin ve ideolojik dogmaların sınırında ayakta durmaya çalışan, insanların hayal kırıklıklarını birbirlerine ulaştıran, onları acıları ile birleştiren ve hayal kırıklıklarını aşmadaki ortak çabasıyla zayıf da olsa bir umut vaat eden böyle yayınların ne büyük bir ihtiyaç olduğunu o zaman fark etmiştik.
Zaman içinde bu dergi hayallerimizin okulu oldu. Orada sorular sorduk, orada cevaplar aradık, bu soru ve cevapları mümkün olduğunca çok kişiyle paylaşmaya çalıştık, çalışıyoruz.
İşte, Başka Dünyalar Mümkün başlıklı bu seçkimiz, tam da hâlâ içimizde taşıdığımız bu paylaşım ihtiyacının bir tezahürü olarak hazırlanmıştır. Ana amacımız sorular sormak, bu soruları da mümkün olduğunca çok kişiyle paylaşmaktır. Her kitap gibi bu kitap da eksiktir, yarımdır, tamamlanmamıştır. Okundukça, üzerine düşünüldükçe bu eksiklikler kapanacak ve belki yeni eksiklikleri fark edilecektir. Sorular soruları açacak ve belki hiçbir cevap bizleri tatmin etmeyecektir. Zaten cevaplar geçicidir; cevapların geçici olmadığını söyleyenlerden ve bizlere mutlak çözümler sunanlardan uzak durulmalıdır. Heidegger’in dediği gibi sorgulama ve sorular sorma anlamına gelen felsefe, bizlere cevaplar yetiştiren ve doğru hayatın mutlak reçetesini sunan bir söylev değil, aslında sadece ‘yolda olmak’tır. Yolda olmak, durmadan yürümek, hep sormak, hiç bilmemek, bir türlü menzile varamamaktır. Yolda olmak, hakikate erişememek ama ona erişme çabasından kendini alıkoyamamaktır. Bizimle beraber bu yola çıkan, bu serüvene katılan ve bu kitabı okurken zihninde uyanacak başka dünyaları bizlerle paylaşacak, böylece bu metni tekrar tekrar yeniden yazacak olan tüm okurlara şimdiden çok teşekkürler. Bu teşekkürü vesile ederek, elinizde tuttuğunuz metinlerin çevirilerini hazırlayan Canay Özden’e, Elif Çopuroğlu’na, Fırat Bozçalı’ya, Güçsal Pusar’a, Öznur Karakaş’a ve kardeşim Uğur Güney’e, metinlerinin Türkçe’ye çevrilmesini büyük bir memnuniyetle kabul eden Amerikan Science Fiction Studies (Bilimkurgu Araştırmaları Dergisi) yazar ve çalışanlarına ve bu kitapta adları anılan, bilimkurgunun, felsefenin ve siyasetin bizlere ilham veren tüm yazar ve düşünürlerine de çok teşekkür etmek istiyorum. Son olarak, dergimizin bugüne kadarki tüm sayılarının kapaklarını olduğu gibi bu kitabın da kapak resmini hazırlayan, bilimkurgu dergiciliğine elimizde henüz hiçbir şey yokken hem emeği hem de sevgisiyle baş koyan, sonrasında tüm işleri el birliğiyle yürüttüğümüz Balca Arda’ya çok teşekkür ederim. O olmasaydı ne dergi ne de bu kitap mümkün olurdu.
Evet, şimdi artık aradan çekilme ve bu kitabın geri kalanını yazmayı sizlere bırakma vakti geldi. Tüm iktidarların hayallerin gücüne devredildiği o başka dünyalardan birinde yeniden buluşmak üzere, hoşçakalın…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

kitap özeti, kitap,yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, kitap oku, bedava kitap