Tozlu asma yapraklarının arasındaki salkımlara sıkış tepiş tutunmuş milyonca taneyi imleyen kusursuz bir idea. Yumurta biçimli, eti beyaz, buğulu kabuğu yakut, çekirdekleri çift sayılı; iki gözlü, çok dillidir. Her dilde dokunaklı bir geçmiş anlatabilir. Tozanlarla döllenmekte başlayan, bir yandan güneşle şekerlendikçe öbür yandan rüzgara karşı direnen, direndikçe kalınlaşan varlığı, insan eli değince iki yönlü bir ömre doğru sürüklenir.
Hem bir trajedinin içindedir hem de bir şölenin. Ezilir, ayrışır, fokur fokur kabarır, kendi burukluğuna kendi bile şaşırır; kabuğunun rengiyle kanlanır biraz bir kıvama zorlanır ve öldüğü halde bir türlü kurtulamaz ruhundan. Mahremi şişede, masumiyeti dışarıda kalmıştır. İşgal edilmiş, ama asla ele geçirilmemiştir. Hem aşağılanmış hem de tapınılmıştır. Ölülüğünü, aynı diriliğini yadsıdığı gibi yadsır.
Bir üzüm şaraba döndüğünde açıklanamayacak bir gizemle insanlaşmıştır artık.”*
Yere Düşen Dualar
Bugüne dek hikayeciliği ile tanıdığımız Sema Kaygusuz’un ilk romanı “Yere Düşen Dualar”, bir adaya kıstırılmış insanların yalnızlık, iletişimsizlik, sürgünlük, kopuş gibi genel bir yabancılaşma parantezine alacağımız sıkıntılarını –yabancılaştırma yoluyla- anlatıyor. Ve hemen ekliyorum; çok da iyi anlatıyor. Romanların parlak bir hikayeye indirgendiği bir dönemde, edebiyatın aslında dil olduğunu hatırlatıyor Kaygusuz. Tam da bu nedenle, özetini yaparken bu etkileyici dili ve üslubu ödünç almaya çalışacağım..
Birinci bölümde, çevresi kırk iki kilometrelik bir adadayız(diyelim ki Bozcaada’da). Hikaye anlatıcısı sekiz yıldır adanın kütüphanesinde çalışan genç bir kadın. Şarabı fazla kaçırdığı akşamlar kabuslarla boğuşan babası Kutsi Karaca ile bir evde ama birbirlerine değmeden yaşıyorlar. Bu hüzünlü birlikteliği “Kutsi Karaca’yla aramızdaki her neyse yok denecek denli azdı. Ama vardı. Birbirimize mecburluğumuz ve birbirimizden ölesiye korkuyor oluşumuzdu bu ‘az’. Ben onun donuk gözüne katlanamıyordum, o da benim annemi andırışıma” cümleleriyle ifade edecektir anlatıcı. Hatıraları ilk katlanılmaz kılan ölümdür; çok sevdiği amcasının ölümü… Hikayenin dönüm noktalarından biri yaşanmıştır o gece. Annesi Ecmel’in onları terk edip gitmesi o geceden sonradır. Ecmel, yani anne, suskun ve uzak durmuş bir süre kızı ve kocasından. Sanki çevresine bir Yezidi çemberi çizmiş de kocasıyla kızını bile isteye dışarıda bırakmış. O çemberin çapı her geçen gün daralmış da daralmış, Ecmel içine sığmaz olmuş. Birkaç hafta sonra, bir sabah kalkmış, her zamanki gibi tereyağlı ekmek yedirmiş kızına. Sonra elinde kurşuni bir valiz, içinde birkaç giysi, bir gezmelik, bir gündelik, bir gecelik, yaşanacak topu topu tek gün kalmış gibi, terliklerini giyip çıkmış. İşte kız o anda, annenin terliklerini ayaklarına geçirdiği o kısacık zaman kesitinde asılı kalmış; kızlıktan, bilmem hangi parlak tüylü hayvana evrilecek gövdesi annesinin onları terk ettiği o güne prangalanmış. Kızın belleğinde o an; “bir çatlak topuk, tuhaf bir şıpırdama; ayak seslerinin tahta döşemeden taşa geçinceye erimesi ve annemin gidişi” olmuş.
Sonrasında hayatları, hem baba hem kız için çekilmez hale gelmiştir. Kutsi Karaca, berber dükkanı-meyhane-ev arasında, baş edemediği geçmişinin acılarıyla yavaş yavaş çürüyecek, sevgi boşluğunu cinselliği paylaştığı Yorgo’yla da gideremeyen anlatıcı/kadın ise kimi zaman Latife Keşal’ın fallarına kimi zaman da kitaplara, yani anlatılara sığınacaktır.
“Hiçyer”de “Hiçzaman”da
Anlatıcımız Bergamalı hekim Galenos’un tıp kitabını keşfettiğinde hikayenin ikinci düğüm noktası açılıyor. Anlatı zamanının dört yıl öncesindeyiz. Kadın, “iklimi ve hisleri, gündüz ile geceyi, düş ile hayali, babasının kalbine adil biçimde yerleştirmek için yeniden, şaraptan alıkoymaktansa onu, kendi şarabını arıtmak” niyetindedir. İç ses konuşur: “[Ö]yle bir şarap yapacaktım ki içinde salt beni andıran bir kusur mayalanacaktı. Babamı bana yanaştıracak bir şey. Onu o karanlık ormandan çekip başka bir sarhoşluğa savuracak, aramızdaki bilinmezliği açığa çıkaracaktı”… Ne var ki ada halkı tarafından yanlış anlaşılmış, imal ettiği mavi renkli şarapla babasını zehirlemek istediği söylentisi yayılmıştır.
Adalıların sessiz sorularını suskunlukla göğüsleyecektir kadın; “bir bakıma sessizlik katliamıdır bu. Düşmanlığı, nefreti, dövüşü tatmadan gün geçtikçe kayalıklaşan bir yalnızlığın ortasına üfürülüverilmiştir”. Herkes onu seyreder, seyrederken biçimler; kadınsa o biçime mahkum, kımıldayamaz haldedir. Artık taşranın dedikoduları biçimlendirecektir onu; saçından tırnağına bütün görünüşü ada halkının dizginsiz hayal gücünün eseridir. “Alabildiğine kısalan sözümü, dediğimi yalanlayan abartılı beden dilimi, hepsinden öte, muğlak bir zaman diliminden şimdiki zamanın perdesine düşen karaltımı tümüyle onlara borçluyum. Beni burada sözcük sözcük, santim santim yarattılar”.
Kadının yaşamını adada, babasıyla sürdürmesinin belki de yegane nedeni, babasının bir gün konuşacağı beklentisidir. Bu kuşatılmışlığı, yalnızlığı kırmak için pek çok soruya cevap beklemektedir. “[A]mcama ne oldu, annem neden gitti; biz kimlerdeniz, adadaki Rumların, Kürtlerin, turistlerin, Çingenelerin arasında neden yapayalnız, sülalesiziz?” Bu sorular aslında okuyucular için de bilinmezdir ki romanı baştan sona diri tutan işte bu bilinmeyenin serüvenidir.
Ve nihayet hasta yatağında yatarken konuşmaya başlar adam; anakaradaki hayatını, kendi babasını, babasının çocuk zihninde yarattığı hareyi, o harenin parçalanışını, tutunamamışlığını… Babası, belki bir zamanlar kendi babasından gördüğü gibi merhamet görmek belki de geçmişin tekinsizliğini göstermek istemiştir. “Dinmeyen acısını anlatarak gerçeği öğrenmenin bedelini tattırmakla kalmayıp göğsüme kazılı izleri de siliyordu” diyecektir kadın; ama “boşuna! Gözden kaçırdığı izsizliğimdi benim. O bulduğunu yitirmişti, bense yitiği yitiriyordum yine. Geçmişi öğrenmek isteyişimin tek nedeni şimdiye kavuşmaktı. Som, dokunulmamış bir şimdi yaratacaktım kendime”.
Başını dizlerine yatırdığı babasına karşı ilk ve son kez merhamet duygusu uyanmıştır içinde kadının. Kendi dışında kuracağı başka bir bütünlüğe babasıyla birlikte kavuşabilmek ve som bir şimdiye kavuşmak umuduyla başlar hikayesine. Başka kahramanların bağrında kaynaşabilmek için babasıyla, parçalanmışlıktan uzak bir “hiçyer”e sancılı bir yolculuğa başlar. Nitekim “dinle”, diyecektir babasına; “dinle! Ağubozan bir hikaye bu. Ruhunu arıtacak darbeli bir ürperme vaat ediyorum sana. Kaygılanma…”
Masal masal içinde
Romanın birinci bölümden bütünüyle kopuk gibi görünen ikinci bölüm “Altın”da kadının babasına anlattığı masalı dinleyeceğiz. Bu kez “hiçyer”de ve kadının adanın ücralarında arayıp da bulamadığı “hiç zaman”dayız; masallar diyarında ve masallar çağında… Artık hikayede iki ayrı benlik taşıyor zaman; “birinde peş peşe gelen sözcüklerin birbirlerine değdikçe çıkardığı tını, öbüründe hayali bir çağ. Sayfalar çevrildikçe tını ahenkli bir ses oluyor, sesin içinde çağlar, anlar, dakikalar yaşanıyor”. Anlatıcı kendisini, Ecmel, Mercan ve Kutsi’yi somut olanda bir araya getiremeyince bir başka zamanda ve yerde farklı adlar, farklı kimlikler ve farklı hayatlarla yeniden kurguluyor.
Masalın -bütün karakterlerden bir parça taşıyan- kahramanı Yaşur’un hikayesinde Sema Kaygusuz’un önceki anlatılarında üzerinde durduğu temaların hemen hepsini bulmak mümkün; kişiler –bedenlerini de kapsayacak biçimde- değişiyor, dönüşüyor, kendilerini keşfediyor ve birbirleriyle yer değiştiriyorlar.
İkinci bölüm, ilk bakışta güzel bir dille yazılmış basit bir Şehrazat masalı gibi görünebilir. Ne var ki birkaç sayfa ilerlediğimizde anlatıcının başa çıkamadığı dertlerini taşıyan ezgiyi yakalayabiliyoruz. Çetin bir anlatı var karşımızda. Bu alegorik bölümde yer alan her bir karakter ve olay, ilk bölümde anlatılan durumların birer simgesi. Masal kahramanının bilinmeyen bir zamanda ve mekanda yaptığı yürüyüş, aslında anlatıcının içsel yolculuğu, bir kayıp duygusuyla başa çıkma, barışma, hayatı anlamlı kılma çabası. Somuttan soyuta, gerçeklik düzleminden masallar diyarına bu geri çekiliş, anlatıcı için kendisinin, annesinin, babasının, amcasının ve ailesinin kötü kaderlerine karşı bir direniş, yalnızlık ve iletişimsizlikle yaralı benliklerini onarma girişimidir.
Hikaye var olandan yola çıkıyor elbette; ama var olanın parçası olarak var olana karşı konuşuyor. Uyum sağlayamadığı dış dünya ile travmatik iç dünyası arasındaki gerilim ve çelişkilerle ürettiği bu yabansı masalda -anlayışsız, acımasız ve baskıcı bir toplumun ürünü olan- birey ve toplumun bastırılmış ve çarpıtılmış gizilliklerini yabancılaştırma estetiğiyle dışa vuracaktır anlatıcı. Bu sunum sayesindedir ki artık “erkekler ve kadınlar gündelik yaşamın ağırlığı altında olduğundan daha az engellenme ile konuşur ve davranırlar; sevmelerinde ve nefret etmelerinde daha utanmasızdırlar (ama o denli de daha sıkılgandırlar); tutkularına onlar tarafından yok edildikleri zaman bile bağlılık gösterirler. Ama o denli de daha bilinçli, daha düşünceli, daha sevimli, ve daha kınanabilirdirler. Ve dünyalarındaki nesneler daha saydam, daha bağımsız, ve daha zorlayıcıdır… Algının yeğinleşmesi şeyleri çarpıtma noktasına dek gidebilir, öyle ki konuşulamayan konuşulur, başka türlü görülebilir olmayan görülebilir olur ve dayanılabilir olmayan patlar”.
Kaygusuz, belki de “insanın melankoliye ve alacakaranlığa eğilimli olduğu bir çağın ürünü” olmasının etkisiyle, kötümser değilse de karamsar bir anlatım kurmuş. Hikayesinin her bir anına ölüm vuruyor damgasını. Ancak kızın, babanın ve diğerlerinin cehennemi andıran iç ve dış dünyaları okuyucunun kolaylıkla empati yapacağı mekanlar. Ve mekanlarını, kişilerini, hikayesini, doğa, hayvan ve insan arasında bugüne geldiğinde bayağılaşan, masal çağında şiirselleşen mücadeleyi, insani tutkulardaki derinliği ve basitliği sergilerken kullandığı zengin sözcük haznesiyle etkileyici bir anlatım kurmuş Kaygusuz. Toplumsal hayatla birey arasındaki çatışmayı irkiltici gerçekleriyle gözlemlerken anlatısının kökleri mitolojiden, Binbir Gece masallarından besleniyor.
A.Ömer Türkeş
*) Arka Kapak
Sema Kaygusuz, 1972 Samsun doğumlu. Gazi Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nü 1994 yılında bitirdi. Öğrencilik yıllarında radyo oyunu, koreografi, tiyatro sanatıyla ilgilendi. İlk öyküleri “Kitaplık”, “Adam Öykü”, “Varlık”, “Düşler Öyküler” dergilerinde yayımlandı. Hazırladığı ilk dosyayla, Varlık Dergisi Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü (1995), ikinci dosyayla 1996 Gençlik Kitabevi İkincilik Ödülü aldı. Ödül alan bu iki dosya kitap olarak yayımlanmadı. “Ortadan Yarısından” (1997), “Sandık Lekesi” (2000), “Doyma Noktası” (2002) adlı öykü kitapları yayımlandı. “Sandık Lekesi” adlı kitabıyla 2000 yılında Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Zaman zaman “Atlas” dergisinde coğrafya yazıları yazan yazar, “yaratıcı okuma” üzerine atölye çalışmalarını sürdürüyor.
E-Kitap - E-book :kitap özetleri, kitap özeti, yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, biyografiler, kitap oku, bedava kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
kitap özeti, kitap,yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, kitap oku, bedava kitap