Translate

5 Ekim 2011 Çarşamba

Rus Klasikleri : Üç Öykü Gogol

ÜÇ ÖYKÜ
GOGOL
Çevirenler : Erol Güney, Orhan Veli Kanık, Oğuz Peltek
ÖNSÖZ
Burada çevirisini verdiğimiz Burun, Fayton ve Palto, Gogol'un "Petersburg Öyküleri"nin en güzelleridir ve Gogol'un dehasının bütün özelliklerini en iyi gösteren örneklerdir.

Gogol, Burun'u 1833'te yazmaya başladı. 1835'te ilk biçimini vererek bitirdikten sonra "Moskovski Nablüdatel" dergisine gönderdiyse de derginin yönetmeni, öyküyü bayağı bulduğu için geri verdi. Ama bu öykünün sanat güzelliğini, yergi değerini hemen anlayan Puşkin, 1836'da, yönettiği "Savremennik" dergisinde Burun'u yayımladı. Ayrıca şöyle bir not koydu: "N. V. Gogol uzun süre bu şakanın basılmasını istemedi; ama biz, bu öyküde öyle şaşırtıcı, akla sığmaz, neşeli, özgün şeyler bulduk ki öykünün elyazmasının bize verdiği zevki okuyucularımızla paylaşmaya razı olması için kendisini güçlükle kandırabildik."
1835'te yazılmış olan Fayton'un ana düşüncesi yaşamdan alınmıştır. Gogol'un Viergorski adlı, dalgınlığıyla ünlü bir tanıdığı varmış. Bir gün Petersburg'daki bütün diplomatları şölene çağırmış, ama o gün şöleni unutarak kulübe yemeğe gitmiş; geç vakit evine döndüğünde şöleni anımsamış. Ertesi gün özür dilemek için bir gün önce resmi üniformalarıyla evine gelmiş olan yüksek konumdaki konuklarını birer birer ziyaret etmiş. Herkes bu adamı sevdiği, dalgınlığını bildiği için onu hoş görmüşler. Yalnızca Bavyera Elçisi kendisiyle her türlü ilişkisini kesmiş. Puşkin, Fayton'u okuduktan sonra Pletnev'e yazdığı bir mektupta, "Gogol'a öyküsü için çok teşekkür ettiğimi bildirin." demiştir. Öykü 1836'da "Savremennik" dergisinde basıldı. Bu öyküde Gogol'un içinde yaşadığı topluluğun bütün özelliklerini, inceliklerini görme yeteneği olduğu gibi ortaya çıkıyor. Bu gibi incelikleri her
insan, her dakika çevresinde görür, ama bunları ancak bir Gogol ortaya koyabilir."
Palto konu, teknik, yergi bakımından Gogol'un en önemli öyküsüydü. Öykücü burada Eski Rusya'nın bilgisizliğine, adaletsizliğine karşı duyduğu tiksintiyi bütün gücüyle belirtmektedir. Akakiy Akakiyeviç'in tragedyası, XIX. yüzyılda Rus insanının, bütün küçük insanların tragedyasıdır. Belinski haklı olarak Gogol'a "gündelik yaşamın şairi" demiştir. Ama Gogol, Palto'da yalnızca gündelik yaşamın şairi olarak değil, küçük insanların, küçük yaşamların şairi olarak kendini gösterir.
Gogol'un bir çağdaşı olan P. V. Annenkov, bu öyküdeki ana düşüncenin nasıl doğduğunu anlatır: "Bir gün Gogol'un yanında ava çok meraklı zavallı bir memurun öyküsü anlatıldı. Bu memur, bin bir sıkıntıyla biriktirdiği 200 rubleyle güzel bir av tüfeği almış. Yeni tüfeğiyle ilk ava çıktığı gün bir sandala binmiş. Ama tüfek nasılsa suya düşüvermiş. Memur evine döndüğünde yatağa düşmüş. Büyük bir üzüntü içinde günlerce yatmış. Ancak arkadaşları, aralarında para toplayarak ona yeni bir tüfek aldıkları zaman iyileşip yataktan kalkmış. Bu öyküyü dinleyenlerin hepsi kahkahalarla güldüler. Yalnızca Gogol gülmedi; uzun süre düşünceli kaldı. Palto'nun ilk düşüncesi, işte o gün doğmuştu. Bu öykü 1834'te anlatılmıştı. Gogol bunun üzerinde çok çalıştı, aradan sekiz yıl
geçtikten sonra Palto yayımlandı. 1842'de ilk yayımlandığında soylular öyküyü iyi karşılamadılar. O zaman, büyük bir memur olan Kont Strogov şöyle demişti: "Şu Gogol'un 'Palto'su ne korkunç bir öykü. Bu köprüdeki hayalet, hepimizin paltolarımızı sırtımızdan çıkarır. Bu öyküyü okurken artık durumumu siz düşünün." Buna karşılık öykü, yenilik isteyenler arasında büyük bir ilgi ve coşku uyandırdı. Rus yazınının asıl özelliklerini oluşturan o küçük insanlara beslenen sevgi, toplumun ürünü olan o boş, saçma adamlara karşı duyulan acıma, ilk kez bu öyküde görülür.
Palto'nun Dostoyevski, Tolstoy ve Çehov üzerinde büyük etkileri olmuştur.
ÜÇ ÖYKÜ
BURUN
I
25 Martta Petersburg'da pek tuhaf bir olay oldu.
Vosneçenski Caddesi'nde oturan berber İvan Yakovleviç (soyadı zamanla unutulmuştu; dükkânının tabelasında
bile yazılı değildi; yüzü sabunlanmış bir adamı gösteren bir resmin yanında yalnızca şu yazı okunabiliyordu:
"Hacamat (1) da yapılır.") o sabah, oldukça erken uyandı. Uyanır uyanmaz da sıcak bir ekmek kokusu duydu.
Yatağında hafifçe doğruldu; bir de baktı ki, kahve tiryakisi olan sayın eşi ocaktan taze pişmiş ekmekler
çıkarıyor.
- Praskovya Osipovna, dedi, ben bugün kahve içmeyeceğim. Sen bana biraz soğanla biraz sıcak ekmek ver,
yeter.
Daha doğrusu, ikisinden de vazgeçemiyordu. Ne kahveden, ne soğan ekmekten; ama bunun olanaksız olduğunu
da biliyordu. Praskovya Osipovna böyle bir şeye razı olur muydu hiç? Karısı kendi kendine, "Ziftin pekini ye,
musibet," diye düşündü,; "Pek iyi! Kahve bana kalır..." Masanın üstüne bir ekmek attı. İvan Yakovleviç,
kibarlığı gereği, gömleğinin üstüne bir setre (2) geçirdi; sonra da kalktı, masaya kuruldu. Biraz tuzla iki baş
soğan hazırladı. Bıçağı aldı, kurumlu bir tavırla ekmeği kesmeye koyuldu. Somunu orta yerinden ikiye böldü,
ortasına bir göz attı, içinde beyazımtırak bir şey vardı; şaşırdı birdenbire. Bıçağıyla usulca beyaz şeyi kurcaladı,
sonra, biraz, parmağıyla dokundu. Kendi kendisine, "Katı bir şey! Ne olabilir acaba?" diye düşünüyordu.
Parmağını soktu, o şeyi çıkardı:
- Aaa! Bir burun!
İvan Yakovleviç'in kolları yanına düştü; gözlerini oğuşturdu, parmağıyla bir daha dokundu. Burundu işte; bal
gibi burundu. Üstelik tanıdık bir buruna benziyordu.
İvan Yakovleviç'in yüzü dehşet içinde kaldı. Ama bu dehşet karısının öfkesi yanında bir şey değildi. Kadın, avaz
avaz bağırıyordu:
- Nereden kestin bu burunu, canavar? Ahlaksız! Sarhoş herif! Seni polise, kendim gidip haber vereceğim.
Haydut herif! Şimdiye dek üç kişi oldu, gelip bana söylediler; tıraş ederken burunlarını koparacak gibi
çekiyormuşsun.
Ama İvan Yakovleviç bunları dinleyecek durumda değildi; şimdi o, ölümle dirim arası bir durumdaydı.
Anımsamıştı çünkü; bu burun şube müdür yardımcısı Kovalev'in burnuydu; pazar ve çarşamba günleri tıraş ettiği
Kovalev'in.
- Sus sus Praskovya Osipovna, dedi, ben şimdi onu bir beze sarar bir köşeye saklarım. Hele birkaç gün kalsın
orada, sonra götürürüm.
- Yok, yok, dünyada istemem. Odamda, kesilmiş bir burun saklanmasına izin vereceğim ha? Hımbıl! Ustura
bilemekten başka bir şey öğrenmemiş ki; hiçbir işe aklı ermiyor. Serseri! Kopuk! Senin yüzünden polislik mi
olacağım? Hay kabak hay, hay odun hay! Şuna bakın hele! Al götür, nereye götüreceksen. Bir daha sözünü bile
duymayayım.
İvan Yakovleviç tam anlamıyla serseme dönmüştü. Düşünüyor, düşünüyor, bir türlü içinden çıkamıyordu.
Ensesini kaşıyarak:
- Bu nasıl oldu acaba, gel de çık işin içinden, dedi. Acaba dün akşam eve sarhoş mu döndüm, ayık mı? Ama ne
olursa olsun, akla durgunluk verecek bir olay! Bir kez ekmek... Öyle bir şey ki pişiyor. Halbuki burun...
Bambaşka bir şey. Olanaksız! Deli olacağım. İvan Yakovleviç sustu. Düşünmeye başladı: şimdi polisler gelip
evinde bu burnu bulacaklar, onu suçlu sayacaklardı. Bu düşünceyle kafası büsbütün karıştı. Polislerin kırmızı
yakalarını, giysilerindeki süslü işlemeleri, bellerindeki kılıçları daha şimdiden görür gibi oluyordu. Eli ayağı
titremeye başladı. Pantalonuyla çizmelerini aldı, bütün yıpranmış giysilerini giydi. Praskovya Osipovna'nın bitip
tükenmek bilmeyen dırıltıları arasında burnu bir beze sardı; sokağa çıktı.
Bezi bir yere bırakmak istiyordu; artık neresi olursa; bir taşın altı mı olur, yoksa bir kapının yanı mı? Ya da bir
köşede dalgınlıklaymış gibi düşürür de başka bir sokağa mı dönüverirdi? Ama tersliğe bakın ki, sokağa
çıkmasıyla ensesinde bir takım dostlarının bitivermesi bir oldu. Bunlar hemen kendisini sorguya çekmeye
başladılar: "Nereye gidiyorsun?" gibi bir takım anlamsız sorular. Öyle ki, İvan Yakovleviç bu durumda hiçbir
fırsat bulamadı. Sonunda, elindeki bezi düşürmeyi başardı; ama görüldü. Uzaktan, bir polis memuru, mızrağıyla
işaret ederek sesleniyordu: "Hey! Bir şey düşürdün, al onu!" İvan Yakovleviç ister istemez eğildi, burnu alıp
cebine koydu. Sokakta kalabalığın gittikçe arttığını, mağazaların, dükkânların birer ikişer açıldığını gördükçe bu
işten bütün bütün umudunu kesmeye başlamıştı.
Sonunda, İsakiyef köprüsüne gitmeye karar verdi. Belki orada bir pundunu bulur, burnu Neva'ya atabilirdi. Ama
ben yanlış yaptım. Birçok noktadan saygı değer bir adam olan İvan Yakovleviç konusunda size daha birkaç söz
söylemeliydim.
İvan Yakovleviç, bütün namuslu Rus esnafı gibi, gece gündüz içerdi. Her gün yabancıları tıraş ederdi de kendi
sakallarını kesmezdi. Frakı (çünkü İvan Yakovleviç kaftan giymiyordu) alacalı bulacalıydı, daha doğrusu siyahtı
da üzerinde tarçın sarısı ve kurşuni benekler vardı; yakası pırıl pırıldı. Üç düğmesi kopmuş, yerlerinde yalnızca
iplikleri kalmıştı. Tam anlamıyla utanmaz bir adamdı. Şube müdür yardımcısı Kovalev her tıraşta ona "Ellerin de
hep kötü kötü kokuyor, İvan Yakovleviç!" der, o da, "Neden kokuyor acaba?" diye yanıtlardı, "Ne bileyim,
birader, kokuyor işte." Bunun üzerine İvan Yakovleviç, bir tutam enfiye çeker, Kovalev'in yüzünü sabunlamaya
başlardı. Yanaklarını, kulaklarının arkasını, dudağının üstünü, çenesinin altını, kısacası neresi aklına eserse.
Sayın yurttaş, sonunda, İsakief köprüsüne geldi. İlkin sağa sola şöyle bir göz attı. Sonra köprünün parmaklığına
yanaştı. Orada, köprünün altından geçen balıklara bakıyormuş gibi yapıp, beze sarılı burnu yavaşça ırmağa
bıraktı. Sanki üstünden bin çeki yük kaldırmışlardı; yüreği öyle hafifledi ki; güldü bile. Müşterilerini tıraş
etmeye gidecek yerde, kapısında, "Her Türlü Yiyecek ve İçecek" yazılı bir dükkândan içeri girdi; bir bardak
punç isteyecekti. O aralık, birdenbire, mahallenin polis komiserinin köprü başında durduğunu gördü. Adamın,
geniş favorileri, üç köşeli şapkası, belindeki kılıcıyla, kibar bir durumu vardı. Korkudan, berberin her yanından
soğuk bir ter boşandı. Komiser, eliyle ona işaret ederek:
- Gel bakalım buraya, ahbap! dedi.
Yol yordam nedir pek iyi bilen İvan Yakovleviç, kasketini ta uzaktan çıkararak komiserin yanına koştu:
- Günaydın, efendimiz!
- Hayır, hayır; efendimiz falan yok şimdi. Söyle bakayım, biraz önce ne yaptın şurada? Köprünün üstünde?
- Vallahi efendim, müşterilerimi tıraş etmeye gidiyordum; yalnızca, biraz durdum da, sular hızlı mı akıyor yoksa
yavaş mı, ona baktım.
- Yalan söylüyorsun, yalan! Bununla yakayı kurtaramazsın. Söyle doğrusunu.
İvan Yakovleviç:
- Yüce kişiliğinizi haftada iki kez; ne ikisi, üç kez, hiç kusursuz tıraş etmeye hazırım, diye yanıt verdi.
- Hayır dostum, saçma şeyler bunlar. Üç tane berberim var benim; beni tıraş etmeyi kendileri için onur sayarlar;
sen onu bırak da, ne yapıyordun biraz önce şurada, onu söyle.
İvan Yakovleviç sarardı... Ama öykü burada kalın bir bulut tabakasıyla kapanır. Bundan sonra ne olduğu
konusunda da hiçbir şey bilinmez.

II
Şube müdür yardımcısı Kovalev, oldukça erken uyandı. Uyanır uyanmaz da dudaklarıyla "Bırr... Bırr..."
yapmaya başladı. Nedenini kendisi de bilmezdi ama her uyanışında böyle yapardı. Gerindikten sonra masanın
üstünde duran küçük aynayı kendisine vermelerini buyurdu. Dünden beri burnunda oluşan sivilceye bakacaktı.
Aynayı eline alınca, şaşkınlıkla, burnunun yerinde bir düzlükten başka bir şey olmadığını gördü. Aklı başından
giden Kovalev, su getirtti, bir peşkirle gözlerini ovaladı; gerçekten de burnu yoktu. Eliyle bir daha dokundu;
sonra, düş falan olmasın diye kolunu çimdikledi; ama, hayır! Galiba gerçekti. Şube müdür yardımcısı Kovalev
yatağından atladı, silkindi: burun gene yerinde yoktu. Hemen giysilerini istedi; doğru, merkeze, polis müdürünü
görmeye koştu.
Fakat bu arada Kovalev için birkaç söz söylemek gerek. Birkaç söz söylemeli ki, okur ne biçim bir adamla
karşılaştığını anlasın. Diplomalı şube müdür yardımcılarıyla bu meslekte Kafkasya'dan yetişmiş olanlar,
kesinlikle birbirleriyle karşılaştırılamaz. Bunlar birbirinden tümüyle farklı iki sınıftır. Mesleğe bilim yoluyla...
Yok yok, susayım daha iyi. Çünkü bu Rusya acayip bir ülke. Hangi şube müdür yardımcısından söz edersek
edelim, Riga'dan Kamçatka'ya dek, bütün şube müdür yardımcıları kendi üzerlerine alınırlar kesinlikle. Hoş bu
bütün meslekler, bütün konumlar için böyledir ya. Kovalev, Kafkasya'dan yetişme bir şube müdür yardımcısıydı.
Bu konumu hak edeli daha iki yıl olmuştu; bundan dolayı, bunu hiçbir zaman unutmazdı. Kendisinden söz
ederken öyle yalnızca şube müdür yardımcısı demezdi. Yanına bir de "Binbaşı" (3) katarak kendisini biraz daha
ağır satmaya çalışırdı. Örneğin, sokakta gömlek satan bir kadına raslar, ona şöyle derdi: "Dinle güzelim, git
evime dek; evim Sadovaya'dadır. 'Kovalev binbaşı burada mı oturuyor?' diye sor. Kime sorarsan gösterir." Eli
yüzü düzgün bir kadın görünce, ona da alçak sesle bir şey söyledikten sonra, şöyle sürdürürdü konuşmasını:
"Şekerim, Kovalev binbaşının evi de, yeter." Onun için, kendisinden söz ederken, bundan sonra hep "Binbaşı"
diyeceğiz.
Kovalev binbaşının Nevski caddesinde her gün şöyle bir dolaşmak âdetiydi. Gömleğinin yakası her zaman apak,
her zaman kolalıydı. Favorileri, il ya da ilçe kadastro memurlarının, mimarların ve askerî hekimlerin favorilerine
benzerdi. Bu adamların hepsi, ayrı ayrı işler görürler; ama hepsinin, ortak bir yanları vardır. Hepsi tombalak al
yanaklıdırlar. Hepsi, pek güzel boston oynarlar. Favorileri yanaklarının orta yerinden başlar, ta burunlarına dek
gider. Kovalev binbaşı, üzerinde birçok mühür taşırdı. Bunların kimileri armalıydı. Kimilerinde de çarşamba,
perşembe, pazartesi gibi günler kazılıydı. Petersburg'a iş için gelmişti. Onuruyla uyarlı bir konum bulmak için.
Becerebilirse bir vali yardımcılığı alacak, beceremezse, uygun bir bakanlıkta bir şube müdürlüğü falan
uyduracaktı. Kovalev binbaşı evliliğe karşı değildi; ama bir koşulla: evleneceği kadın, hiç değilse iki yüz bin
rublelik bir çeyiz getirmeliydi. Şimdi okur, binbaşının o oldukça güzel burnunun yerinde bu anlamsız boşluğu
gördüğünde ne duruma geleceğini kendiliğinden kestirebilir.
Aksi gibi görünürde bir tek araba yoktu. İster istemez yaya gidecekti. Paltosuna büründü; yüzünü de, burnu
kanıyormuş gibi, mendiliyle kapadı.
- Belki de bana öyle geldi, diye düşünüyordu. Durup dururken adamın burnu düşer mi?
Bir daha aynaya bakmak niyetiyle bir şekerci dükkânına doğru yürüdü. Allahtan, şekercide hiç kimse yoktu.
Çıraklar ortalığı topluyor, iskemleleri yerleştiriyorlardı. Kimi de, daha hâlâ gözlerinden uyku akarak, sepetlerin
içinde sıcak börekleri götürüyorlar, masaların üzerinde geceden kalmış üzerleri kahve lekeleriyle dolu gazeteleri
topluyorlardı.
- Çok şükür, kimse yok, dedi; şimdi iyice bir bakayım suratıma.
Sıkılgan bir tavırla aynaya doğru yürüdü, baktı; yere tükürerek:
- Allah Allah! diye söylendi; bu ne ürkütücü şey böyle! Burun yerine başka bir şey olsa yüreğim yanmayacak;
ama hiçbir şey yok!
Öfkesinden dudaklarını ısırarak şekerciden çıktı. Bugüne dek yapmadığı bir şeye, kimsenin yüzüne bakmamaya,
kimseyle konuşmamaya karar verdi.
Ansızın, bir evin kapısında donmuş gibi durdu. Gözlerinin önünde anlatılmaz derecede tuhaf bir olay olmuştu.
Kaldırımın yanında bir araba durdu; kapısı açıldı, içinden üniformalı bir efendi atladı; iki büklüm, hızla
merdivenlerden yukarı çıktı. Kovalev, bu adamın tastamam kendi burnu olduğunu görünce, korkudan,
şaşkınlıktan ne duruma geldi, siz düşünün artık. Bu ürkünç sahne karşısında, çevresinde, bütün dünya fırıl fırıl
döndü. Öyle ki, düşmemek için kendisini güç tuttu. Bir bunalım içindeymiş gibi zangır zangır titreyerek,
arabasına dönünceye dek bu efendiyi beklemeye karar verdi.
İki dakika sonra, burun yeniden göründü. Efendinin sırtında sırma işlemeli, dik yakalı bir giysi; ayağında güderi
bir pantolon; belinde de bir kılıç vardı. Tüylü şapkasından Danıştay üyesi olduğu anlaşılıyordu. Davranışları, her
şeyi, ziyarete gittiğini gösteriyordu. Sağına soluna baktıktan sonra, arabacıya, "Yanaş!" diye buyurdu; arabaya
bindi ve yola koyuldular.
Zavallı Kovalev deli olacaktı. Böylesi hiç başına gelmemişti. Daha dün gece yerinde duran bir burun, -yürümez,
etmez- nasıl oluyordu da bugün üniformalar içinde çıkıyordu karşısına? Gerçekten, nasıl oluyordu bu? Yeniden
arabanın peşinden koşmaya başladı. Bereket versin araba pek uzağa gitmemiş, Gostini Dvor'un önünde
durmuştu.
Koştu; bir sıra yaşlı dilenci kadının arasından geçti. Kadınların bezlerle sarılı suratlarında tek gözlerinden başka
bir şey görünmüyordu. Bir zamanlar bununla alay ederdi. Sokak ıssızdı. Kovalev'in kafası öyle karmakarışıktı ki,
ne yapacağını, neye karar vereceğini bir türlü bilemiyordu. Gözleri fıldır fıldır, köşe bucak, efendiyi arıyordu.
Sonunda gördü. Bir dükkânın önünde ayakta duruyordu. Burnun yüzü, yüksek dik yakasının içinde yitmiş
gibiydi. Dikkatli dikkatli eşyaları gözden geçiriyordu.
Kovalev:
- Şimdi nasıl yanaşmalı? diye düşündü. Durumuna, tavrına, şapkasına, giysisine bakarsan bir Danıştay üyesi. Ne
yapsam bilmem ki!..
Hafif tertip öksürerek, Danıştay üyesinin sağında, solunda dolaşmaya başladı. Fakat, burun hiç istifini
bozmuyordu.
Sonunda, Kovalev, o da güçbelâ, bütün cesaretini toplayarak:
- Efendim!.. diyebildi, efendim!..
Burun, dönerek:
- Ne istiyorsunuz? diye sordu.
- Şaşılacak bir şey, efendim... Öyle sanıyorum ki... Yerini siz bileceksiniz; sizi de ansızın gördüm; nerede?.. açık
söyleyin ki...
- Af buyurun, ama neden söz ettiğinizi anlayamıyorum. Açıklar mısınız?
Kovalev "Nasıl anlatsam?" diye düşündü, sonra kafasını toplamaya çalışarak:
- Şu kesin ki, diye başladı, şu kesin ki... Önce kendimi tanıtayım. Bendeniz Kovalev binbaşı. Şu anda
burunsuzum. Benim gibi bir adamın burunsuz gezmesinin hoş bir şey olmayacağını kabul edersiniz.
Voskresenski köprüsünde portakal satarak geçinen bir kadın için burun önemli olmayabilir. Ama benim için öyle
mi ya? Ben ki, gelecekle ilgili büyük düşünceleri olan, ayrıca, birçok önemli ailenin evine girip çıkan, birçok
hanımefendiyle tanışıklığı olan, örneğin Bayan Çehtareva ile, o bir Danıştay üyesinin karısıdır, onlarla, ayrıca
birçok hanımefendiyle düşüp kalkan bir insanım; siz düşünün artık... Ne yapacağımı bilmiyorum, efendim.
(Kovalev binbaşı bu sözü söylerken omuzlarını kaldırmıştı)... Bağışlayın... Bağışlayın ama... Biraz da namus ve
onur kuralları düşünülerek davranılacak olursa... Anlıyorsunuz, değil mi?
Burun:
- Kesinlikle hiçbir şey anlamıyorum, diye yanıt verdi. Daha açık söyleyin.
Kovalev bütün kurumunu takınarak:
- Sözlerinizi nasıl karşılamak gerek, bilmiyorum efendim, dedi. Sorun, sanırım, yeterince açık... Daha mı açık
söyleyeyim istiyorsunuz? Hay hay!.. Siz benim burnumsunuz.
Burun, binbaşıyı tepeden tırnağa süzdü; biraz kaşlarını çatarak:
- Aldanıyorsunuz, beyefendi, diye yanıt verdi; ben kendimim. Hem, sizinle benim aramda hiçbir sıkı ilişki
olamaz. Üniformamızın düğmelerine bakılacak olursa, siz Senato'da ya da Adalet Bakanlığı'nda çalışıyorsunuz,
bense Eğitim Dairesi'ndeyim.
Bu sözleri söyledikten sonra da arkasını döndü.
Kovalev, ne yapacağını, ne edeceğini tümüyle şaşırmıştı. O anda, bir kadın kumaşının hoş hışırtısı işitildi; her
yanı tenteneler içinde olan yaşlıca bir kadın kendisine doğru yaklaştı. Yanında ince yüzlü bir genç kız vardı. Ak
entarisi biçimli vücudunu bütün güzelliğiyle ortaya çıkarıyordu. Başına, tüyü kadar hafif, açık sarı bir şapka
giymişti.
Arkalarında uzun favorili, geniş ve yüksek yakalıklı, uzun boylu bir bey belirdi, tütün tabakasını açtı.
Kovalev biraz sokuldu, patiska gömleğinin yakasını biraz gevşetti ve çıkardı; altın bir zincir üzerinde sıralı duran
mühürlerini düzeltti. Gülümseyerek, fidan boylu genç bayana, dikkatli dikkatli bakmaya başladı. Biraz eğilerek
yürüyen genç kız bir bahar çiçeğine benziyordu. Alnına götürdüğü ufak beyaz elinin parmakları balmumundan
gibiydi. Kovalev kızın, şapkanın altındaki yuvarlak beyaz çenesiyle bir bahar goncasına benzeyen yüzünü
görünce, gülümsemesi bütün bütün arttı. Ama telaş içinde, bir yeri yanmış gibi, ansızın geriye döndü. Burnunun
yerinde hiçbir şey bulunmadığını anımsamıştı. Gözlerinden yaşlar boşandı.
Döndü, o üniformalı adamı aradı; bir hayduttan, bir dolandırıcıdan başka bir şey olmadığını yüzüne karşı, hem
de bağıra bağıra söyleyecekti. Diyecekti ki, bu Danıştay Üyesi kılığındaki kişi kendi burnundan başka bir şey
değildir. Ama burun görünürde yoktu. Kaşla göz arasında yitivermişti. Belki de ziyaretlerini sürdürüyordu.
Bunu düşünen Kovalev yeniden umutsuzluğa düştü. Sütunlu bir kapının önünde bir dakika durdu; burnu yine
göremez miyim diye sağa sola baktı. Şapkasında bir tüy, giysisinde de sırma işlemeler olduğunu iyi anımsıyordu;
ama paltosuna dikkat etmemişti. Ne arabanın rengini biliyordu, ne de atların! Arkasında uşakları var mıydı, yok
muydu? Varsa ne biçim giysiler giymişlerdi; bunların da ayrımında değildi. Atlarını koşturarak, iki yönden de bir
sürü araba gelip geçiyordu, hepsine birden bakmak çok güçtü. Hoş, bunun güç bir iş olmadığını, arabayı da
gördüğünü de kabul etsek bile, nasıl durduracaktı arabayı? Hava, çok güzeldi. Her yer günlük güneşlikti. Nevski
Alanı insanlarla doluydu. Kadınların kalabalığı, Politseisk Köprüsü'nden Aniçkin Köprüsü'ne dek, bütün
kaldırımı bir çiçek seli gibi dolduruyordu. Kovalev'in, bu kalabalığın içinde dolaşan bir arkadaşı vardı. Müdürdü.
Barem cetvelinde 7. derecedeydi. Kovalev, yabancıların yanında, ona genellikle "Kaymakam bey" diye
seslenirdi. İşte bir başka arkadaşı daha geçiyordu önünden: Yarijkin. Senato kaleminde şube müdürü olan bu
arkadaşı, arkadaşlarının en iyisiydi. Boston oynadığı zamanlar, boyuna para yitirirdi. İşte bir başka müdür
yardımcısı daha. Bu da konumunu Kafkasya'da elde edenlerdendi. Eliyle işaret edip Kovalev'i yanına çağırdı.
Kovalev, içinden, "Patla!" dedi; sonra seslendi:
- Hey! Arabacı! Beni doğru Emniyet Müdürlüğü'ne götür.
Arabaya kuruldu. "Son hızla!" diye de ekledi. Daha kapıdan girerken sordu:
- Emniyet Müdürü burada mı?
Kapıcı:
- Hayır, diye yanıtladı, yeni çıktı.
- Hay aksi şeytan hay!
- Evet, çıkalı da çok olmadı. Bir dakika önce gelseydiniz, sanırım bulurdunuz.
Kovalev, mendili burnundan ayırmadan, yeniden arabaya döndü, arabacının yanına oturarak umutsuz bir sesle,
"Çek!" diye bağırdı.
Arabacı:
- Nereye? diye sordu.
- Doğru.
- Nasıl doğru? Köşe başındayız; sağa mı, sola mı?
Bu soru Kovalev'in keyfini kaçırdı. Yeniden, düşünmek zorunda kalıyordu. Onun durumunda bir insan, her
şeyden önce, polise gitmeliydi. İşi polislik bir iş olduğundan değil, derdinin umarı orada daha çabuk bulunurdu
da ondan. Burnun görev yaptığı yere gitse de hakkını orada arasa nasıl olurdu acaba? Her durumda pek önlemli
bir davranış olmazdı bu. Çünkü, herifin biraz önce nasıl yanıtlar verdiğini görmüştü. Adamın sağı solu yoktu. Bir
kez daha yalan söyleyebilirdi; biraz önce nasıl söylemişti! Kendisini tanımadığını, hiçbir zaman bir arada
bulunmadıklarını ileri sürecekti. Bu yalancı, bu dolandırıcı adamın, daha ilk konuşmalarında, öyle kalleşçe bir
tavır takındığını gördükten sonra, eline fırsat geçer geçmez bu kenti terk edeceğinden kuşku duymamak, cahillik
olurdu. Bu nedenle başvuracağı en uygun yer polis olamazdı. Adam bir kaçıverirse, nerede arar da bulurdu?
Bulsa bile, iş, kimbilir ne kadar uzayacaktı. Tanrı göstermesin, bir ay mı sürerdi artık. Sonunda aklına uygun bir
düşünce geldi. Belki de Tanrı da acıyor, biraz yardım ediyordu kendisine. Doğruca gidip bir gazetede bir duyuru
bastıracak, adamın bütün özelliklerini iyice betimleyecekti. Böylece, ona raslayanlar herifi yakalayıp
getirebilecekler; hiç değilse, nerede oturduğunu haber vereceklerdi. Bu kararı verdikten sonra, arabacıya, hemen
bir gazete yönetim yerine çekmesini buyurdu; yol bitinceye dek adamcağızın durmadan sırtını yumrukladı. Bir
yandan da bağırıyordu:
- Ulan kerata, çabuk ol, biraz daha çabuk be sersem herif!
Arabacı kafasını sallıyor, aynı zamanda, fino köpeği gibi tüylenmiş olan beygirlerini kırbaçlayarak:
- Ancak bu kadar olur beyim, diyordu.
Sonunda araba durdu. Kovalev, indikten sonra, küçük bir kabul odasına girdi. İçeride gazetenin yaşlı bir memuru
vardı. Sırtında eski bir frak, gözünde gözlük, ağzında bir kalem, masa başına oturmuş para sayıyordu. Kovalev,
bağıra çağıra, "Burada duyuruları kim alır?" diye içeriye daldı. Memuru görünce:
- Ha! Merhaba! dedi.
Kıranta memur, gözlerini bir kaldırıp bir indirdikten sonra:
- Saygılarımı sunarım, diye yanıt verdi. Yeniden meteliklerini saymaya başlamıştı.
- Gazetenize bir duyuru vermek...
Memur:
- İzin veriniz, diyerek onun sözünü kesti; biraz beklemenizi dileyeceğim. Sağ eliyle bir kâğıda bir rakam yazıyor,
sol eliyle de abaküsten iki yuvarlağı öbür yana geçiriyordu.
Giysisi kordonlu, temiz pak, bu durumu uzun süreden beri kibar bir ailede hizmet ettiğinin kanıtı olan bir uşak,
elinde bir pusula, masanın önünde duruyor, inceliğini göstermek için fırsat kolluyordu.
- Emin olun, efendim, dedi, bu ufacık köpek sekiz grivnik (4) etmez. Ben sekiz kapik bile vermem. Ama, bizim
kontes bayılır, günahı boynuna, bu köpeğe bayılır! Baksanıza, söz verdi, kim bulup getirirse yüz ruble ödül
verecek. Aramızda kalsın, bu insanların zevkleri de hiç birbirine uymuyor. Anlarım, insan meraklı olur da beş
yüz ruble verir, bin ruble bile verir, bir tazı ya da bir fino köpeği alır. Ama güzel bir köpektir; değer.
Ağır başlı memur bütün bunları ciddî bir yüzle dinliyordu. Bir yandan da gazeteye gelen duyuruların harflerini
saymakla uğraşıyordu. Yanda, ellerinde pusulalar, yaşlı kadınlardan; işyerlerinin adamlarından, kapıcılarından
oluşmuş bir kalabalık bekliyordu.
Pusulalarda duyurular vardı. Birinde tokgözlü bir arabacı kirayla çalışmaya gönderiliyor; bir başkasında 1814'te
Paris'ten gelmiş ve az kullanılmış bir arabanın satılığa çıkarıldığından söz ediliyordu. On dokuz yaşında,
çamaşırcılıktan çok iyi anlar, aynı zamanda elinden her iş gelir bir kız, köle olarak kiraya veriliyor. Bir tek yayı
kırık, ama dayanıklı bir araba satılıyor; 17 yaşında, boz benekli, genç bir ata alıcı aranıyor, Londra'dan yeni
gelmiş taze şalgam ve turp tohumu bulunduğu duyuruluyor; her türlü eklentisiyle [müştemilatıyla] birlikte satışa
çıkarılan bir yazlık evin övgüsü yapılıyordu. Evin eklentileri iki ahırdan, bir de ileride, güzel bir çam ve kayın
ormanı durumuna getirilebilecek bir arsadan oluşuyordu. Bir başka duyuruda, bir kimse, eski kundura pençeleri
satmak istediğini bildiriyor, isteklilerin akşamın sekizinden sabahın üçüne dek başvurmaları gerektiğini
söylüyordu. Kalabalığın beklediği oda küçüktü; havası da iyice bozulmuştu; ama Kovalev hiçbir şey
duymuyordu; çünkü yüzü bir mendille örtülüydü; burnu da, Tanrı bilir neredeydi. Beklemekten sabrı tükenmişti,
dayanamadı:
- İzin buyurursanız, efendim, isteğimi sunayım, dedi... İşim pek İvedi de...
- Şimdi! Şimdi!.. İki ruble, üç kopek!.. Bir dakika!.. Bir ruble, altmış dört kopek!
Kıranta memur, sonunda, kadınların, kapıcıların pusulalarından başını kaldırabildi. Kovalev'e dönerek:
"Buyurun!"' dedi.
- Sizden ricam... Bir dalavere oldu; nasıl söylesem? Bir dolandırıcılık! Nasıl olduğunu şu ana dek anlayamadım.
Sizden ricam, bunu gazetenize yazmanız. O haydudu bana kim bulur getirirse iyi bir ödül vereceğim.
- Lütfen adınızı söyler misiniz?
- Aman, aman, sakın ha! Adım da ne olacakmış? Hem adımı söyleyemem ki. Bir sürü tanıdığım var; Bayan
Çentareva bir Danıştay üyesinin karısıdır; sonra, Bayan Pelagya Grigoriyevna Podtoçina, yüksek rütbeli bir
subayın ailesidir. Ya duyuverirlerse? Aman, Tanrı korusun! Siz yalnızca, "Bir şube müdür yardımcısı" diye
yazın, ya da, daha iyisi, "bir binbaşı" deyin.
- Yani, uşağınız mı kaçtı?
- Hangi uşağım? Keşke uşağım olsa! Giden, burun!.. Burun!..
- Ya! Amma da şaşırtıcı bir ad? Peki, bu Bay Burun sizi çok mu dolandırdı da gitti?
- Burun! Ne olduğunu gene anlamadınız ki! Benim burnum, kendi burnum. Yitti; nerde, bilmiyorum. Şeytanın
bana ettiği bir iş bu!
- Ama nasıl yitti? Söylediklerinizden pek bir şey anlamıyorum.
- Nasıl yittiğini anlatamayacağım. Yalnızca, önemli olan şu ki, burnum, Danıştay üyesi kılığında, şu anda kentte
dolaşıyor. Size duyuru vermek isteyişim de bu yüzden. Kim görürse yakalayıp, en kısa zamanda bana
getirmesini istiyorum. Bu kadar görünen bir organım eksik olarak nasıl yaşayabilirim? Bir ayak parmağı gibi de
değil ki!.. Öyle birşey olsa kabul! Ayakkabının içinde ne olduğunu kimse görmez. Her perşembe kendisini
ziyarete gittiğim bir hanımefendi vardır; bir Danıştay üyesinin karısıdır; Bayan Çehtareva. Yine, görüştüğüm bir
bayan daha vardır: Bayan Pelagya Grigoriyevna Podtoçina: yüksek rütbeli bir subayın ailesidir; çok güzel bir
kızı vardır. Ayrıca birçok kibar aileye daha girer çıkarım; siz söyleyin, ne yaparım ben şimdi? Bu durumumla,
ötede beride, nasıl görünürüm?
Memur dudaklarını büzdü: düşünüyordu. Uzun süre sustuktan sonra, sonunda:
- Hayır, dedi, böyle bir duyuruyu gazeteye koyamam.
- Nasıl hayır?.. Niçin koyamazsınız?
- Çünkü böyle bir duyuru bir gazetenin ününü sarsabilir. Öyle her önüne gelen, burnunun yittiğini yazdırmaya
kalkacak olursa işin sonu nereye varır? Aslında gazetelerde bir sürü saçma sapan yazılar çıktığından söz edip
duruyorlar.
- Neden saçma sapan oluyormuş? Bu işte saçmaya benzer bir şey göremiyorum!
- Siz öyle düşünüyorsunuz; ama bakın, geçen hafta bir olay oldu. Bir yüksek kişi geldi; tıpkı bugün sizin
geldiğiniz gibi; elinde de, duyurulmak üzere, bir kâğıt. Duyuru ücreti de, iki ruble yetmiş üç kopek tutmuştu.
Yazı şöyleydi: siyah tüylü bir fino köpeği yitti. Olur a, köpek bu! Yiter yiter... Ama, en sonunda altından ne
çıktı, biliyor musunuz? Meğer iş bir maskaralıktan başka bir şey değilmiş; o fino köpeği dediği de, bilmem hangi
kuruluşta vezne memuruymuş.
- Ama; benim size verdiğim duyuru bir fino köpeği hakkında değil ki; öz be öz kendi burnum hakkında; yani,
dolayısıyla, kendi hakkımda.
- Hayır! Böyle bir duyuruyu yayınlayamam.
- Peki, ya benim burnum gerçekten yittiyse?
- Olabilir, ama o hekimin bileceği iş. Söylediklerine göre uzman insanlar varmış; sanırım, size pek güzel bir
burun yapacaklardır. Hem, ben öyle sanıyorum ki, siz şakacı bir kimsesiniz; insanlara takılmaktan pek
hoşlanıyorsunuz.
- Değil, vallahi değil! Neyin üstüne isterseniz ant içeyim. İzin buyurun, iş bu duruma geldi; o zaman göstereyim
size.
Memur biraz enfiye çekti:
- Zahmet etmeyin, dedi.
Sonra, meraklı bir davranışla ekledi:
- Bununla birlikte, zahmet olmazsa, ben çok hoşnut olurum görmekten.
Müdür yardımcısı, yüzündeki mendili çekti.
Memur:
- Vallahi, dedi, şaşılacak bir şey. Yeri, dümdüz; kaymak gibi, evet, dümdüz; inanılmayacak derecede düz.
- Ya! Gördünüz mü? Hâlâ direnecek misiniz? Benim duyurumu yayımlamamanın olanaksız olduğunu siz de
anladınız, değil mi? Size bundan dolayı özellikle minnet duyacağım. Ayrıca, bu olayın, bana, sizinle tanışmak
onurunu bağışlamış olmasından da çok hoşnutum.
Kovalev, bu kez aşağıdan almaya karar vermişti. Bu niyeti sözlerinden de anlaşılıyor ya... Memur:
- Bu duyuruyu yayımlamak, işin doğrusu, önemsiz bir şey. Yalnızca, sizin bundan büyük bir yararınız olacağını
sanmıyorum. Siz bu işi kalemi güçlü bir insana verseniz de o bunu doğal bir olaymış gibi yazsa: sonra örneğin,
Kuzey Arısı dergisinde (burada biraz enfiye daha çekti) bu makaleyi yayımlasa! Hem gençlik yararlanır, (burada
da hapşırdı) hem halk ilgiyle okur.
Müdür yardımcısı, umutsuz bir durumda, gözlerini, masanın üzerinde duran bir gazetenin alt yanına eğdi.


E-Kitap - E-book :kitap özetleri, kitap özeti, yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, biyografiler, kitap oku, bedava kitap

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

kitap özeti, kitap,yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, kitap oku, bedava kitap