Şempanze ve insanın evrimsel geçmişlerinin yaklaşık yüzde 99,5’i ortaktır; yine de birçok
mantıklı insan şempanzeye eğribüğrü, insanla ilgisiz, tuhaf bir yaratık olarak bakar ve
kendisini Mutlak Yaradan’a erişme yolunda bir basamak taşı olarak görür. Evrimci için böyle
bir şey olamaz. Bir türü, diğer bir türden üstün kılacak hiçbir nesnel dayanak yoktur.
Şempanze ve insan, kertenkele ve mantar, hepimiz, üç milyar sene kadar önce doğal seçilim
olarak tanıdığımız bir süreç içerisinde evrimleştik. Her tür içerisinde, kimi bireyler
diğerlerinden daha çok sayıda, yaşamını sürdürebilen döl vermişlerdir. Buna bağlı olarak da,
üreme bakımından başarılı olan bireyin kalıtsal özellikleri (genler), bir sonraki nesilde sayıca
artmıştır. İşte bu doğal seçilimdir (Genlerin farklı, gelişigüzel olmayan üremesi). Bizi doğal
seçilim inşa etmiştir ve eğer kendi kimliklerimizi kavrayabilmek istiyorsak anlamamız
gereken de bu doğal seçilimdir.
GİRİŞ
Bu kitap bir bilim kurguymuşcasına -ya da ona benzer birşey gibi- okunmalı. Düş gücüne
seslenmek üzere tasarlandı. Ancak bilimkurgu değil; bu kitap bilimin ta kendisi. Size
kalıplaşmış bir tanım gibi görünebilir ama, “kurgudan daha tuhaf” sözcükleri benim gerçek
hakkında hissettiklerimi bütünüyle yansıtıyor. Bizler yaşamkalım makineleriyiz, genler adıyla
bilinen bencil moleküllerini körü körüne korumak için programlanmış robot araçlarız. Beni
hala şaşkınlığa sürükleyen bir gerçek bu; yıllardır bilmeme karşın, hiçbir zaman tam
alışamadım. Besleyebileceğim umutlardan biri ise, başka insanları şaşırtma konusunda
başarılı olabilmek.
Fazlasıyla arzuladığım bir başka amaca, kitabın konusunun hakettiği oranda eğlendirici
kılınması ve okuyucunun “yakalanmasının” sağlanması amacına ulaşıp ulaşmadığını da
kestiremiyorum. Uzun zamandır, biyolojinin başkaları için de gizemli bir öykü kadar
heyecanlandırıcı olması gerektiğini düşünüyorum, çünkü biyoloji gizemin ta kendisidir.
Konunun verebileceği coşkunun küçücük bir parçasından daha fazlasını açığa çıkartabildiğimi
düşünmeye cesaretim yok.
İNSANLAR NEDEN VAR?
Bir gezegendeki zeki varlıklar, gün gelir, kendi varlıklarının nedenini soracak yaşa gelirler.
Eğer günün birinde uzaydan dünyaya üstün yaratıklar gelirse, uygarlığımızın düzeyini
değerlendirmek için soracakları soru şu olacaktır: “Evrimi keşfettiler mi?” Canlı organizmalar
üç bin milyon yıldan daha uzun bir süre dünya üzerinde varoldular ve neden yaşadıklarını hiç
bilemediler, ta ki güneş doğana ve ışınları bir tanesine ulaşana dek. Bu kişinin adı Charles
Darwin’di... Dürüst olmak gerekirse, başkaları gerçeği belli belirsiz sezmişlerdi. Ancak ilk
kez Darwin, neden varolduğumuzun tutarlı ve kabul edilebilir bir açıklamasını yapmıştır.
Bu kitaptaki tez, bizim, diğer bütün hayvanlar gibi, genlerimiz tarafından yaratılmış
makineler olduğumuzdur. Başarılı Şikago gangsterleri gibi, bizim genlerimiz de, epey
rekabetçi bir dünyada milyonlarca sene boyunca, hayatta kalmayı başarabilmişlerdir. Buna
dayanarak, genlerimizde belirli nitelikler olduğunu ileri sürebiliriz. Ben başarılı bir gende,
baskın özelliğin acımasız bir bencillik olduğunu savunacağım. Genin bu bencilliği, bireyin
davranışlarında da bencil olmasına yol açacaktır. Bununla birlikte, göreceğimiz gibi, bir genin
bencil amaçlarına ulaşmak için tutabileceği en iyi yolun, sınırlandırılmış bir özveri
benimsemek olduğu özel durumlar vardır. Bu son cümledeki “sınırlandırılmış” ve “özel” çok
önemli sözcükler.
Her ne kadar aksine inanmak istesek de, sevgi ve türün -bir bütün olarak- iyiliği hiç de
evrimsel anlamı olmayan kavramlardır.
Bu kitap, gen bencilliği diye adlandırdığım temel yasanın, gerek bireysel bencilliği gerekse
bireysel özveriyi nasıl açıkladığımı gösterecek. Ancak, önce, özveri söz konusu olduğunda
ortaya çıkan özel bir yanlış açıklamadan bahsetmek istiyorum, çünkü yaygın olarak biliniyor
ve de yaygın olarak okullarda öğretiliyor. Bu açıklama daha önce sözünü ettiğim yanlış
kavram üzerine temellendiriliyor: Canlılar “türün iyiliği için” veya “grubun iyiliği için”
birşeyler yapmak üzere evrimleşirler. Biyolojide bu görüşün nasıl başladığı kolayca
görülebilir. Bir hayvanın yaşamının çoğu üremeye ayrılmıştır ve doğada gözlediğimiz,
kendini kurban etme eylemlerinin çoğu ebeveynlerce çocukları için yapılır. “Türün devamı”,
üreme kavramına ilişkin sıkça kullanılan bir başka deyim olup, tartışmasız, üreme olayının bir
sonucudur. “Üremenin 'işlevi' türün devamını 'amaçlar'” şeklinde bir sonuca varabilmek için
mantığı bir parça çekiştirip uzatmak yeterlidir. Buradan hareketle, bir başka yanlış adım,
hayvanların genelde türün devamını sağlayacak şekilde davranacakları yorumunu yapmak
olacaktır. Bunu ise, türün diğer üyelerine karşı özverili davranacakları yorumu izler. Bu
düşünce şekli, Darwinci terimlerle söylendiğinde, muğlak kalacaktır. Evrim, doğal seçilim
yoluyla işler ve doğal seçilim de “en uygun” olanın, farklılıkları nedeniyle ayakta kalmasıdır.
Ancak, “en uygun” ile kastedilen nedir? En uygun bireyler mi; en uygun ırklar mı; en uygun
türler mi? Ya da başka bir şey mi? Bazı amaçlar için bu sorunun yanıtı çok önemli değil;
ancak özveriden bahsediyorsak, can alıcı bir nokta olduğu çok açık. Darwin’in varolma
mücadelesi olarak adlandırdığı yarışma türler arasında ise, bireye bu oyunda bir piyon olarak
bakılabilir, o da en iyi niyetli yaklaşımla; bu piyon, türün daha yüksek olan çıkarları gerektiği
takdirde kurban edilecektir. Daha saygın bir şekilde dile getirmek istersek, eğer bir grup, -
örneğin, bir tür ya da türün içindeki bir topluluk - kendilerini grubun iyiliği için feda etmeye
hazır bireylerden oluşmuşsa, kendi bencil çıkarlarını önde tutan bireylerden oluşmuş rakip bir
gruba kıyasla, neslinin tükenmesi olasılığı daha düşüktür. Böylece, dünya nüfusu, bireyleri
kendini adamış gruplardan oluşur.
Ben, reductio ad absurdum (bir düşüncenin doğru olduğunu göstermek amacıyla, aksinin
yanlışlığını kanıtlamak) yaklaşımıyla tartışmaya devam edebilir ve grup seçilimi kuramının
güçlüklerine dikkat çekebilirim, ancak bireysel özverinin açıkça varolması açıklanmayı
bekliyor. Ardley işi, Thomson’un gazellerindeki zıplamada, davranışın tek açıklamasının grup
seçilimi olduğunu söylemeye kadar vardırıyor. Zıplayan hayvanın bir avcının önüne
atlayıvermesi, avcının dikkatini kendine çekerken bir yandan da arkadaşlarını uyarmak
istemesiyle, kuşların uyarı çığlıklarına benzer.
Kullanacağım temel düşünce, yüzyılın başlarında, genler-öncesi günlerde A. Weismann
tarafından öngörüldü: Weismann’ın “germ-plazmanın süreğenliği” doktrini. Şunu
savunacağım: Temel seçilim birimi -ve bu arada kendi çıkarımız- ne tür ne de gruptur; hele
birey kesinlikle değildir. Gendir; yani kalıtım birimidir Kimi biyologlara bu, başlangıçta çok
uç bir görüş gibi gelebilir. Umuyorum ki, ne demek istediğimi anladıklarında, alışık
olmadığımız bir tarzda ifade edilmiş olsa bile, bu tezin aslında ortodoksça olduğunu kabul
edeceklerdir. Bu tartışmayı geliştirmek zaman alacaktır. İşin en başından başlamamız
gerekiyor: Yaşamın ta başlangıcından...
EŞLEYİCİLER
Başlangıçta basitlik vardı. Tümüyle donanmış, karmaşık düzendeki bir yaşamın ya da
yaşam yaratma yeteneğine sahip bir oluşumun bir anda ortaya çıkmasını açıklamanın daha da
zor olacağının kabul edileceğini varsayıyorum. Darwin’in doğal seçilim yoluyla evrim kuramı
doyurucudur, çünkü bize basitliğin nasıl karmaşıklığa dönüşebileceğini, düzensiz atomların
kendilerini nasıl olup da daha karmaşık desenler şeklinde gruplandırabildiklerini ve bunu
insanları oluşturana kadar sürdürebildiklerini açıklar. Darwin, varoluşumuzla ilgili zor soruya
bir yanıt sağlar; ki bu, şu ana kadar önerilen tek olası yanıttır. Bu büyük kuramı, alışılmış
olandan daha genel bir yolla, evrimin başlamasından öncelere giderek açıklamaya
çalışacağım.
Darwin’in “en uygunun yaşamda kalması” kuralı, aslında daha genel bir yasanın, kararlı
olanın varlığını sürdürmesi yasasının özel bir durumudur. Evren kararlı nesnelerle doludur.
Kararlı bir nesne, bir ismi hak edecek kadar kalıcı ya da sık görülen bir atomlar topluluğudur.
Bu, Matlerhorn gibi, adlandırmaya değecek kadar uzun süreli olan benzersiz bir atomlar
topluluğu olabilir. Ya da, yağmur damlaları gibi, içlerinden herhangi bir tanesi kısa ömürlü
olsa da, oldukça hızlı bir biçimde oluşan ve bu nedenle de toplu bir ismi hak eden bir varlıklar
sınıfı olabilir. Etrafımızda gördüğümüz ve açıklamak istediğimiz şeyler -kayalar, galaksiler,
okyanus dalgaları- hepsi de, şöyle ya da böyle, kararlı atom desenleridir. Sabun köpükleri
küresel olma eğilimindedir, çünkü küresellik, gazla dolu ince tabakalar için kararlı bir
biçimdir. Bir uzay aracındaki su da kürecikler halinde kararlıdır, ancak dünyada, yerçekimi
etkisinde, hareketsiz haldeki su, düz ve yatay bir yüzey halinde kararlıdır. Tuz kristalleri küp
şeklini almaya yatkındır çünkü bu, sodyum ve klorür iyonlarını paketlemek için en kararlı
yoldur. Güneşte, bildiğimiz en basit atomlar olan hidrojen atomları, helyum atomları
oluşturmak üzere birleşirler, çünkü oradaki koşullar altında helyum şekillenmesi daha
kararlıdır. Daha da karmaşık başka atomlar tüm evrende oluşmaya devam ediyorlar;
günümüzde kabul gören kurama göre de, evreni başlatmış olan “big bang” ile oluşmuşlardı.
Dünyamızdaki elementlerin kökeni de budur.
Atomlar karşılaştıklarında, bazen, kimyasal tepkimelerle bağlanarak molekülleri yaparlar.
Bu moleküller atomlardan daha az ya da daha çok kararlılık gösterebilirler. Böylesi
moleküller çok büyük de olabilirler. Elmas gibi bir kristale tek bir molekül olarak bakılabilir.
Hepimizin bildiği gibi elmas kararlı bir moleküldür; ayrıca, iç atom yapısı sürgit tekrarlandığı
için de çok basittir. Günümüz canlılarında çok karmaşık başka büyük moleküller de vardır ve
bunların karmaşıklığı birçok düzeyde kendini gösterebilir. Kanımızdaki hemoglobin tipik bir
protein molekülüdür; daha küçük moleküllerin, amino asitlerin, oluşturduğu zincirlerden
yapılmıştır. Her bir amino asit ise belirli bir düzende bir araya gelmiş birkaç düzine atom
içerir. Hemoglobin molekülünde 574 amino asit molekülü vardır. Bu atomlar dört zincir
şeklinde düzenlenmiştir ve zincirler birbirleri etrafında sarılıp bükülerek, şaşırtıcı
karmaşıklıktaki, üç boyutlu küresel bir yapı oluştururlar. Bir hemoglobin molekülünün modeli
sık dikenli bir çalıya benzer. Ancak gerçek dikenli bir çalının tersine rastlantısal yaklaşık bir
desen değil de, belirli ve değişmez bir yapısı vardır ve bu yapı ortalama bir insan vücudunda,
tek bir dal ya da tek bir büklüm yerinden oynamaksızın, altı bin milyon kere milyon kere
milyon kereden de fazla kendini aynen tekrarlar. Hemoglobin benzeri protein
moleküllerindeki kesin biçim kararlıdır; şöyle ki, aynı amino asit dizisine sahip iki zincir -iki
yay gibi- aynı üç boyutlu, kıvrımlı biçimi almaya eğilimlidir. Hemoglobin çalıları
vücudumuzda saniyede dört yüz milyon kere milyon hızıyla, yeğledikleri düzeni alırlar ve
başka hemoglobin molekülleri de aynı hızla bozunurlar.
Hemoglobin, atomların kararlı yapılar oluşturmaya eğilimli olduğunu göstermek için
kullandığım modern bir molekül. Burada konumuzla ilgili olan nokta şu: Yaşam dünyaya
gelmezden önce, moleküller kimya ve fiziğin bildiğimiz süreçleriyle de ilkel bir evrimleşme
geçirebilirlerdi. Tasarım, amaç ya da yönelim aramamıza gerek yok; eğer bir grup atom,
enerji eşliğinde kararlı bir yapı alırsa, bu biçimde kalmaya eğilimlidir. En ilksel doğal seçilim,
basitçe, kararlı yapıların seçilip kararsızların reddedilmesiydi.
Yaşamın başlangıcından önce hangi kimyasal hammaddelerin bolca bulunduğunu
bilmiyoruz, ancak en akla yakın olasılıklar arasında su, karbondioksit, metan ve amonyak var:
Hepsi de Güneş sistemimizdeki diğer bazı gezegenlerde bulunduğu bilinen basit bileşikler.
Kimyacılar, genç dünyanın kimyasal koşullarını taklit etmeye çalıştılar. Bu basit maddeleri bir
kaba koydular ve bu kaba morötesi ışık veya elektrik kıvılcımı gibi ilkel şimşeği taklit eden
bir enerji uyguladılar. Bundan birkaç hafta sonra, kabın içinde ilginç bir şeyler bulundu:
Başlangıçta kaba konulanlardan daha karmaşık olan moleküllerden çok sayıda içeren, koyu
olmayan kahverengi bir çorba. Özellikle, amino asitler bulundu: İki büyük biyolojik molekül
sınıfından biri olan proteinlerin yapı taşları. Bu deneyler yapılmadan önce, doğada bulunan
amino asitler yaşamın varlığının bir göstergesi olarak düşünüldüler. Şimdi ise, amino asitlerin
varlığı yalnızca atmosferde birkaç basit gazın, bazı yanardağların, güneş ışığının veya
yıldırımlı bir havanın bulunduğuna işaret eder. Daha da sonra, dünyada yaşamın ortaya
çıkmasından önceki kimyasal koşulların laboratuarda taklit edilmesi sonucu, pürin ve
pirimidin adı verilen organik maddeler de elde edildi. Pürin ve pirimidinler ise, genetik
molekülün, yani DNA’nın yapıtaşlarıdır.
Bunlara benzer süreçler, biyologların ve kimyacıların dört bin milyon yıl önce denizleri
oluşturduğuna inandıkları “ilksel çorba”yı ortaya çıkarmış olmalı. 0rganik maddeler yer yer
derişik bölgeler oluşturdu; belki de kıyılar boyunca kurumakta olan köpüklerde ya da küçük,
asıltı halindeki damlacıklarda... Bu bölgeler enerjinin, örneğin güneşten gelen morötesi ışık
gibi, devam eden etkisiyle daha büyük moleküller yapmak üzere birleştiler. Günümüzde,
büyük organik moleküller fark edilecek kadar uzun varolamıyorlar: Bakteriler ya da başka
canlılar tarafından özümleniyor ve parçalanıyorlar. Ancak, bakteriler ve diğer canlılar
sonradan oluştular ve o günlerde organik moleküller gittikçe koyulaşmakta olan çorbanın
içinde rahatsız edilmeksizin sürüklenebiliyorlardı.
Bir yerlerde, rastlantısal olarak, dikkate değer özellikleri olan bir molekül oluştu. Buna
Eşleyici adını vereceğiz. Bunun ortalıktaki moleküllerin en büyüğü ya da en karmaşığı olması
gerekmiyordu, ama kendi kopyalarını yaratabilmek gibi olağandışı bir özelliği vardı. Bu
rastlantının oluşma olasılığı pek fazla gibi görünmeyebilir; öyleydi de... Gerçekleşme olasılığı
çok düşüktü. Bir insan yaşamı ele alındığında, çok düşük olasılıklar pratik amaçlar için
olanaksızdır, denebilir. Spor Toto’da büyük ödülü hiçbir zaman kazanamamamızın nedeni
budur. Ancak, neyin olanaklı neyin olanaksız olduğu konusunda insanca tahminler yaparken,
yüzlerce milyon sene ile uğraşmaya alışkın değiliz. Eğer yüzlerce milyon sene boyunca her
hafta Toto kuponu doldurursanız, birçok kez büyük ödül kazanabilirsiniz.
Aslında, kendi kopyalarını yapabilen bir molekül düşünmek, ilk başta sanıldığı kadar da
zor değil (Unutmayalım ki, tek bir kez ortaya çıkması yeterli). Eşleyiciyi bir şablon veya bir
kalıp olarak düşünün; çok çeşitli yapıtaşı moleküllerden oluşmuş, karmaşık zincirler içeren
büyük bir molekül düşleyin. Küçük yapıtaşları eşleyiciyi çevreleyen çorbada bolca
bulunuyordu. Şimdi, her yapıtaşının kendi türü ile birleşmeye eğilimli olduğunu varsayınız.
Bu varsayım sonucu, çorba içindeki bir yapıtaşı, eğilimli olduğu eşleyici parçasının yanına
geldiğinde orada kalmaya yatkın olacaktır. Bu şekilde bağlanan yapıtaşları, kendiliklerinden
eşleyiciyi taklit eden bir dizi şeklinde düzenlenecektir. Bundan sonra, aynen asıl eşleyicinin
oluşumunda olduğu gibi, yapıtaşlarının kararlı bir zincir oluşturacağını düşünmek çok kolay.
Bu süreç üstüste dizilen tabakalar halinde devam edebilir. Kristaller de işte böyle oluşur. Öte
yandan iki zincir ayrılabilir; o zaman da elimizde iki tane eşleyici olur ve her biri başka
kopyalar yapmaya devam edebilir.
Daha da karmaşık bir olasılık şöyle olabilir: Her yapıtaşının kendi türüne karşı değil de,
belirli başka bir türe karşı eğilimi vardır. Böyle olduğu takdirde, eşleyici tam bir eş yerine, bir
çeşit “negatif” için kalıp işlevi görecektir. Bu negatif ise, tekrar orijinal pozitifin tam bir
kopyasını yapacaktır. Bizim amaçlarımız için, ilk eşleme işleminin pozitif negatif mi yoksa
pozitif-pozitif mi olduğu önemli değil, ancak belirtilmesi gereken nokta, ilk eşleyicinin
günümüzdeki benzerleri DNA moleküllerinin pozitif-negatif eşleme kullanmalarıdır. Önemli
olan, dünyada bir anda yeni bir tür “kararlılığın” ortaya çıkmasıdır. Bundan önce, büyük
olasılıkla, çorba içinde bolca bulunabilen belirli bir molekül türü yoktu; çünkü moleküllerin
hepsi de şans eseri belirli bir kararlı biçim alan yapıtaşlarına bağlıydı (Eşleyici doğar doğmaz
kopyalarını hızla denizlere dağıtmış olmalı; daha küçük yapıtaşı moleküller ender rastlanır
hale gelene ve diğer daha büyük moleküllerin oluşumu gittikçe seyrekleşene değin).
Böylece, eş kopyalardan oluşmuş kalabalık bir nüfusa geliyoruz. Şimdi de, her türlü
kopyalama işlemine ilişkin çok önemli bir noktadan söz etmeliyiz: Kopyalama mükemmel
değildir.
Eğer evrim hakkında zaten birşeyler biliyorsanız, bu son noktada küçük bir paradoks
bulabilirsiniz. Kopyalama yanlışlarının evrimin oluşmasında temel bir önkoşul olması
düşüncesi ile doğal seçilimin aslına sadık kopyalama lehine çalıştığı nitelemesini
bağdaştırabilir miyiz? Yanıt şöyle: Evrim, bir anlamda, “iyi bir şey” gibi görünüyorsa da, -
özellikle bizler evrim ürünleri olduğumuz için- gerçekte hiçbir şey evrimleşmek “istemez”.
Evrim ister istemez oluşan bir şeydir, eşleyicilerin (günümüzde genlerin) bunu engellemek
için harcadıkları tüm çabaya karşın... Jacques Monod bu noktayı Herbert Spencer
konferansında çok iyi vurguladı: “Evrim kuramının başka bir garip yönü de herkesin onu
anladığını zannetmesidir!”
İlksel çorbaya dönecek olursak, kararlı molekül çeşitleriyle dolmuş olduğunu
düşünebiliriz; tek tek moleküller ya uzun yaşıyordu ya daha hızlı eşleniyorlardı ya da hatasız
eşleniyorlardı. Bu üç tür kararlılığa doğru evrimsel eğilimler ortaya çıkmasının anlamı şu:
Eğer çorbadan iki farklı zamanda örnek alırsak, son alınan örnekte uzun
ömürlü/doğurgan/doğru kopyalayıcı çeşitlerin oranı daha fazla olacaktı. İşte, bir biyologun
canlıların evriminden bahsederken kastettiği temel olarak budur ve kullanılan mekanizma da
aynıdır, doğal seçilim...
Şimdi, ilk eşleyicileri “canlı” sayacak mıyız? İlk eşleyicilere canlı desek de demesek de,
onlar yaşamın başlangıcı ve bizim atalarımız oldular.
Tartışmada bundan sonraki önemli bağlantı, Darwin’in kendisinin de önem verdiği (aslında
o hayvanlar ve bitkilerden söz ediyordu, moleküllerden değil) bağlantı, yarışmadır. İlksel
çorba, sonsuz sayıda eşleyici molekülünü yaşatabilecek nitelikte değildi. Bunun bir nedeni de
dünyanın büyüklüğünün sonlu olmasıdır. Ancak daha başka sınırlayıcı unsurlar da önem
kazanmış olmalı.
Eşleyici molekülüne bir kalıp veya şablon olarak bakarken, molekülün, kopyalar yapmak
için gerekli olan yapıtaşlarından bolca içeren bir çorba içinde yüzdüğünü düşündük. Ancak
eşleyici moleküllerinin sayısı çoğaldıkça, yapı taşları hızla azalmış, ender rastlanır ve değerli
hale gelmiş, değişik eşleyici çeşitleri ve soyları yapı taşları için yarışmaya başlamış olmalı.
Avantajlı eşleyici türlerinin sayısını artırmış olabilecek unsurları ele aldık. İşte şimdi de, daha
az avantaja sahip çeşitlerin sayılarının, yarışma nedeniyle, azalmış olması gerektiğini
görüyoruz. Sonunda birçok çeşit tükenmiş olmalı. Eşleyici çeşitleri arasında bir varolma
çabası vardı. Çabaladıklarının farkında değillerdi, kaygılanmıyorlardı da; birbirlerine karşı
kötü duygular beslemeden -aslında hiç duyguları olmadan- çabalarını sürdürdüler.
Çabaladılar, çünkü daha yüksek bir kararlılık düzeyine yol açabilecek bir yanlış kopyalama ya
da rakiplerin kararlılığını azaltabilecek yeni bir yol hemen kalıcı oluyor ve yaygınlaşıyordu.
İlerleme sürecinin birikimci bir karakteri vardı. Kararlılığı artırma ve rakiplerinkini azaltma
yolları daha incelikli ve daha etkili hale geldi. Bazı eşleyiciler, rakip türleri kimyasal olarak
parçalamayı ve bunun sonucunda oluşan yapıtaşlarını kendi kopyalarını yapmak için
kullanmayı öğrenmiş bile olabilir. Bu ilk et-oburlar, aynı zamanda hem rakiplerini ortadan
kaldırdılar, hem de besin elde etmiş oldular. Başka eşleyiciler, belki de, ya kimyasal olarak ya
da etraflarına proteinden yapılmış gerçek bir duvar örerek kendilerini korumayı öğrendiler. İlk
canlı hücrelerin ortaya çıkışı böylece gerçekleşmiş olabilir. Eşleyiciler yalnızca varolmakla
kalmadılar, varlıklarının devamı için kendilerine kaplar, araçlar da yaptılar. Varolmaya devam
edebilenler, kendilerine içinde yaşamak için yaşamkalım makineleri yapabilenler oldu. İlk
yaşamkalım makineleri, olasıdır ki, koruyucu bir örtüden fazla birşeyler içermiyordu. Ancak,
daha incelikli ve daha etkin yaşamkalım makineleri olan yeni rakipler ortaya çıktıkça, hayat
daha da zorlaştı. Yaşamkalım makineleri büyüdü ve daha karmaşıklaştı; süreç ilerledi ve
özellikler birbiri ardına eklendi.
Eşleyicilerin kendilerini devam ettirebilmek için kullandıkları tekniklerin ve kurnazlıkların
giderek gelişmesinin bir sonu var mıydı? Gelişme için epey zaman vardı. Milyonlarca yıl
boyunca, daha ne gibi tuhaf kendini koruma makineleri gelişecekti? İlk eşleyiciyi dört bin
milyon yıl sonra hangi alınyazısı bekliyordu? Soyları tükenmedi, çünkü onlar yaşamkalım
sanatının en eski ustalarıydılar. Ama onların hala denizlerde başıboş gezindiklerini sanmayın;
bu şövalye özgürlüğünden uzun zaman önce vazgeçtiler. Şimdi devasa koloniler içinde
kaynaşıyorlar; hantal ve kocaman robotlar içinde, dış dünyadan kopuk ve onunla yalnızca
dolaylı yollarla iletişim kurarak ve onu uzaktan kumanda ederek yaşıyorlar. Sizin içinizdeler,
benim içimdeler; bizi, gövdemizi ve aklımızı yarattılar ve onların korunması varoluşumuzun
nihai amacı. Uzun bir yol katettiler bu eşleyiciler. Şimdi genler adıyla tanınıyorlar ve biz
onların yaşamkalım makineleriyiz.
ÖLÜMSÜZ SARMALLAR
Biz yaşamkalım makineleriyiz, ancak “biz” sözcüğü sadece insanları kapsamıyor. Bu
kelime tüm hayvanları, bitkileri, bakteri ve virüsleri kucaklıyor. Yeryüzündeki yaşamkalım
makinelerinin toplam sayısını bilmek çok zor; toplam tür sayısı bile bilinmiyor. Sadece
böcekleri alsak bile, canlı türlerinin sayısının üç milyon dolaylarında olduğu sanılıyor; böcek
bireylerin sayısı ise bir milyon kere milyon kere milyon olabilir.
Değişik çeşitten yaşamkalım makinelerinin hem dış görünüşleri hem de iç organları büyük
farklılıklar sergiler. Ahtapotun fareye benzer bir tarafı yoktur ve her ikisi de bir meşe
ağacından oldukça farklıdır. Yine de, temel kimyaları ve özellikle, taşıdıkları eşleyiciler -
genler- bakteriden file kadar, hepimizde, temelde aynı tür moleküldür. Bizler, hepimiz, aynı
tür eşleyici -DNA adını verdiğimiz moleküller- için yaşamkalım makineleriyiz; yine de
yeryüzünde birçok farklı hayat biçimi var ve eşleyiciler kullanmak üzere geniş bir makineler
yelpazesi geliştirmişler. Bir maymun, genleri ağaçlar üzerinde koruyan bir makine, bir balık
ise genleri suda koruyan bir makinedir. Hatta, genlerini Alman bira mayasının içinde koruyan
bir kurtçuk bile vardır. DNA bu anlamda gizemli yöntemlere sahiptir.
DNA molekülü yapı taşlarından -nükleotid adı verilen küçük moleküllerden- oluşmuş uzun
bir zincirdir. Protein moleküllerinin amino asit zincirleri olması gibi, DNA molekülleri de
nükleotid zincirleridir. Bir DNA molekülü görülemeyecek denli küçüktür, ancak tam biçimi
dolaylı yollardan, dahice ortaya çıkartılmıştır. Bir çift nükleotid zincirinin birlikte zarif bir
helezon şeklinde bükülmesiyle oluşur: “çifte sarmal” ya da “ölümsüz sarmal”. Yalnızca dört
çeşit nükleotid yapı taşı vardır ve A, T, G ve C harfleriyle kısaltılırlar. Bunlar tüm
hayvanlarda ve bitkilerde aynıdır. Farklı olan, diziliş sıralarıdır. Bir insandaki G yapı taşı, her
açıdan bir sümüklüböcekteki ile aynıdır. Fakat bir insanın yapı taşlarının dizilişi yalnızca
sümüklüböceğinkinden farklı olmakla kalmaz; tüm diğer insanlardaki dizilişinden de farklıdır
- aradaki fark, sümüklüböcekle olan farktan daha az olsa da... Eş ikizlerin özel durumu bu
kuralın dışındadır.
DNA’mız vücudumuzun içinde yaşar. Vücudun belli bir bölgesinde yoğunlaşmış değil de,
hücrelerimize dağılmıştır. Ortalama insan vücudunu yapan, yaklaşık, bin kere milyon kere
milyon tane hücre vardır ve gözardı edebileceğimiz bazı istisnalar dışında, bu hücrelerin her
biri içinde bulunduğu vücudun DNA’sının tam bir kopyasını içerir. Bu DNA’ya,
nükleotidlerin A, B, C, G alfabesiyle yazılmış vücudun nasıl yapılacağına bildiren bir
yönetmelik olarak bakabiliriz (Devasa bir yapının her odasında, mimarın tüm bina için yaptığı
planları içeren bir kitaplık varmışcasına). Bir hücredeki “kitaplığa” ise, çekirdek diyoruz.
İnsanda mimarın planları 46 cilt tutuyor, diğer türlerde ise bu sayı değişik.
“Ciltler” ise kromozom olarak adlandırılıyorlar; bunlar mikroskop altında uzun iplikler
biçiminde gözlenebilirler ve genler de kromozomlar üzerinde dizilmiştir. Bir genin nerede
bitip, diğerinin nerede başladığına karar verebilmek kolay değil; aslında anlamlı bile
olmayabilir. Neyse ki, bu bölümde göreceğiniz gibi, bizim amaçlarımız için farketmiyor.
Mimarın planları eğretilemesini kullanacak ve bilimsel dili bu eğretilemenin terimleriyle,
özgürce, karıştıracağım. Kromozom yerine “cilt”, gen yerine de “sayfa” sözcüklerini
kullanacağım. Genler arasındaki ayrım, sayfalar arasındaki ayrım kadar keskin olmamakla
birlikte, bu eğretileme bize oldukça yol aldıracak.
DNA molekülleri iki önemli iş yaparlar. Birincisi eşlenirler, yani kendilerinin kopyalarını
yaparlar. Bu yaşamın başlangıcından beri, hiç durmaksızın süre gelmiştir ve günümüzde DNA
molekülleri bu işte gerçekten çok ustalaşmışlardır. Bir yetişkin olarak, siz, bin kere milyon
kere milyon hücreden oluşursunuz ama anneniz gebeliğe, mimarın planının bir ana kopyasını
içeren tek bir hücre ile başladı. Bu hücre ikiye bölündü ve bu iki hücrenin her biri planların
bir kopyasını aldı. Birbiri ardısıra gelen bölünmeler hücre sayısını 4’e, 8’e,16’ya, 32’ye ve bu
şekilde devam ederek milyarlara götürdü. Her bölünmede DNA planları aslına sadık kalarak
ve çok ender hata yaparak kopyalandı.
DNA’nın ikilenmesi, önemli iki işten biri. Peki, DNA gerçekten bir bedeni yapmak için bir
planlar takımıysa, bu planlar nasıl gerçekleştiriliyor? Bedenin dokusuna nasıl çevriliyor? Bu
bizi, DNA’nın yaptığı ikinci işe getiriyor. DNA, dolaylı olarak, farklı bir tür molekülün -
proteinin- yapımını yönetir. Son bölümde bahsettiğim hemoglobin, çok sayıdaki farklı protein
moleküllerinden sadece biridir. Dört harfli nükleotid alfabesi ile yazılmış olan şifreli DNA
mesajı, basit bir mekanik yöntemle başka bir alfabeye, protein moleküllerini heceleyen
aminoasitler alfabesine çevrilir.
Protein yapımı, bir beden yapımından çok uzakmış gibi görünüyor, ancak bu doğrultuda
atılan ilk küçük adımdır. Proteinler yalnızca vücudun fiziksel dokusunun çoğunu
oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda, hücre içindeki tüm kimyasal süreçleri hassas bir denetim
altında tutarak, tam yerinde ve tam zamanında bu süreçleri seçmeli bir yöntemle başlatır ya da
durdurur. Bu süreçlerin bir bebek oluşumunu nasıl gerçekleştirdiği ise, embriyologları
onyıllar, belki de yüzyıllar boyunca uğraştıracak bir öykü. Bu bir gerçek. Genler bedenlerin
yapımını dolaylı yollardan denetler ve etkileri kesinlikle tek bir doğrultudadır: Edinilmiş
özellikler kalıtsal değildir. Yaşamınız boyunca ne kadar bilgi ve akıl edinirseniz edinin, bir
damlası bile çocuklarınıza genetik yollarla geçmez. Her yeni kuşak sıfırdan başlar. Bir beden,
genlerin kendilerini değiştirmeden saklama araçlarıdır.
Genlerin cenin gelişmesini denetledikleri gerçeğinin evrime ilişkin önemi şudur: Genler,
gelecekte yaşamlarını sürdürebilmelerinden sorumludurlar -en azından kısmen-, çünkü
yaşamaya devam edebilmeleri, içinde yaşadıkları ve yapılmasına yardım ettikleri bedene
bağlıdır.
Genlerde uzak görüşlülük yok; geleceği planlamıyorlar. Genler yalnızca varlar, bazı genler
diğerlerinden daha becerikli ya da değil, ve işte hepsi bu... Ancak, bir genin uzun
ömürlülüğünü ya da doğurganlığını belirleyen nitelikler eskisi kadar basit değil.
Geçmiş yıllarda -son altı yüz milyon yıl içinde- eşleyiciler, yaşamkalım makinesi
teknolojisinde kayda değer başarılar sağladılar: Kas gibi, yürek gibi... Hele göz birçok kez
diğerlerinden bağımsız olarak gelişti. Bundan önce, eşleyiciler olarak, yaşam tarzlarının temel
özelliklerini değiştirdiler; eğer tartışmaya devam edeceksek bunu iyice anlamamız gerekiyor.
Çağdaş bir eşleyici hakkında kavramamız gereken ilk şey, çoğunlukla sürü halinde
yaşamasıdır. Bir yaşamkalım makinesi, yalnızca tek bir geni değil, milyonlarcasını taşıyan bir
araçtır. Bir bedenin yapımı öylesine karmaşık, öylesine bir işbirliği ürünüdür ki, bir genin
katkısını bir diğerinden ayırmak hemen hemen olanaksızdır. Belirli bir genin, bedenin değişik
bölgelerinde birbirinden farklı etkisi olacaktır. Bedenin belirli bir bölgesi birçok genin etkisi
altındadır ve bir genin etkileri, birçok başka genlerle etkileşime dayanır. Bazı genler, başka
gen kümelerinin işlemlerini denetleyen ana genler olarak işlev görürler. Benzetmemizin
terimleriyle, planların verilen bir sayfası yapının birçok farklı kısımlarına göndermede
bulunur; her sayfa, yalnızca, çok sayıda başka sayfalara göndermeler yaparak anlamını bulur.
Bir insan bedenindeki inşaat planlarının 46 cilt tuttuğunu söylemiştim. Aslında bu, aşırı bir
basitleştirmeydi; gerçek oldukça tuhaf... Bu 46 kromozom, 23 kromozom çiftinden oluşuyor.
Her hücrenin çekirdeğinde dosyalanmış, iki tane 23 ciltlik plan seçeneği var. Bunları Cilt la
ve Cilt lb, Cilt 2a ve Cilt 2b şeklinde, Cilt 23a ve Cilt 23b’ye kadar adlandıralım. Elbette ki,
ciltler için kullandığım ve daha sonra sayfalar için kullanacağım bu numaralar gelişigüzel
seçildiler.
Her kromozomu, onları erbezlerinde veya yumurtalıklarında geliştiren iki ebeveynimizin
birinden alırız. Diyelim ki, Cilt la, 2a, 3a, ... babadan, Cilt lb, 2b, 3b, ... ise anadan gelsin.
Uygulamada çok zor ama kuramsal olarak, herhangi bir hücrenizdeki 46 kromozoma
mikroskopla bakıp da, annenizden gelen 23 taneyi ve babanızdan gelen 23 taneyi seçmek
olanaklı.
Tüm genler, sürekli olarak, bireysel yaşamkalım makinelerinin içinde bağlıdır. Genlerimiz,
bizlere, döllenme sırasında paylaştırılır ve bu konuda yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Yine
de, tüm toplumun genleri, uzun dönemde bir gen havuzu olarak düşünülebilir. Gerçekte de, bu
terim genetikçilerin kullandığı bir teknik terim. Gen havuzu işe yarayan bir soyutlamadır,
çünkü eşeylilik genleri dikkatle örgütlenmiş bir biçimde karıştırır.
Bir hücrenin her biri tüm 46 kromozomun tam kopyasını taşıyan iki yeni hücre oluşturmak
üzere bölünmesini açıkladım. Bu biçimdeki olağan hücre bölünmesine mitoz adı veriliyor,
ancak mayoz olarak adlandırılan bir başka hücre bölünmesi türü daha var. Mayoz bölünme
yalnızca eşey hücrelerinin, sperm veya yumurtaların, üretiminde gözlenir. Sperm ve
yumurtaların diğer hücrelerimizde görülmeyen bir özelliği var: 46 kromozom yerine, yalnızca
23 kromozom içeriyorlar. Bu 46’nın tam yarısı; eşeyli döllenme ile birleştiklerinde yeni bir
birey yapmak için çok uygun! Mayoz, yalnızca erbezlerinde ve yumurtalıklarda gözlenen özel
bir tür hücre bölünmesi. Mayoz bölünmede, ikişerli tam bir takımdan oluşan 46 kromozomlu
bir hücre bölünerek, tekli bir takımdan oluşan 23 kromozomlu eşey hücrelerini oluşturuyor
(Kullanılan örnekteki rakamlar insanlara özgü kromozom sayılarıdır.)
23 kromozomuyla sperm, erbezlerindeki olağan 46 kromozomlu hücrelerin mayoz
bölünmesi ile oluşur.
Bir spermdeki herhangi bir kromozom kırk pareli bir bohça, anneden gelen genlerle
babadan gelen genlerden oluşan bir mozaiktir.
İşte bu noktada genler için kullandığım sayfa eğretilemesi aksamaya başlıyor. Yaprakları
kolayca çıkartılabilen ciltte tam bir sayfa eklenebilir, alınabilir ya da değiştirilebilir, ancak
sayfanın bir bölümü için bu geçerli değil. Gen kompleksi belirgin bir biçimde ayrı ayrı
sayfalara bölünmüş değil; yalnızca nükleotid harflerinden oluşmuş uzun bir zincir. Aslında,
protein mesajlarının yazılı olduğu dört harfli alfabenin aynısı ile yazılmış, PROTEİN
ZİNCİRİ MESAJININ SONU ve PROTEİN ZİNCİRİ MESAJININ BAŞI için özel simgeler
vardır. Bu iki noktalama işareti arasında da, bir tek proteinin yapımına ilişkin şifrelenmiş
talimatlar bulunur. İstersek, bir geni, BAŞLA ve SON simgeleri arasında yer alan ve bir
protein dizisi için şifre oluşturan nükleotid harfleri dizisi olarak tanımlayabiliriz. Bu şekilde
tanımlanmış bir birim için sistron kelimesi kullanılıyor, kimileri ise gen sözcüğünü sistron ile
değişimli olarak kullanıyor.
Bir genetik birimin beklenen ortalama yaşam süresi nesillerle ifade edilebilir ki, bu da
yıllara çevrilebilir. Genetik birim olarak bütün bir kromozomu ele alacak olursak, yaşam
öyküsü yalnızca bir nesil sürer. 8a numaralı kromozomunuzu babanızdan aldığınızı
düşününüz. Siz oluşmadan hemen önce, babanızın erbezlerinde yaratılmıştı. Dünya tarihinde
daha evvel hiç varolmamıştı. Babaannenizden ve büyükbabanızdan gelen kromozom
parçalarının bir araya gelip, mayoz sürecindeki karıştırma işleminden geçmesiyle oluştu.
Belirli bir spermin içine yerleştirildi; eşi yoktu. Sperm ise, milyonlarca spermden bir
tanesiydi, Bu milyonlarca sperm, koca bir teknecikler ordusu, annenizin içine doğru hep
birlikte yüzdüler. Sizin özel sperm ise (çift yumurta ikizleri olmadığınız sürece), bu donanma
içinde, annenizin yumurtalarından birini kendine liman seçen tek sperm oldu; işte
varolmanızın nedeni bu!
Unutmayınız ki, bir bireyden oluşan nesiller düz bir çizgide ilerlemezler, aksine dallanırlar.
8a kromozomunuzdaki şu özel kısa birimi atalarınızdan hangisi “yaratmış” olursa olsun, aynı
soydan gelen sizden başka kişiler de vardır. İkinci dereceden kuzeninizde de belki aynı
genetik birim vardır. Bende de olabilir. Başbakanda da ve köpeğinizde de; yeterince geriye
gidersek hepimiz aynı ataları paylaşırız. Ayrıca, aynı küçük genetik birim, şans eseri, birçok
kereler bağımsız olarak yaratılmış olabilir: Eğer birim küçükse, böyle bir rastlantı hiç de
olanaksız değil. Ancak, en yakın akrabanızla bile tümüyle aynı bir kromozoma sahip olma
şansınız çok az. Bir genetik birim ne kadar küçükse, başka bir bireyde aynısını bulma olasılığı
o kadar artar (Dünya üzerinde kopyalar halinde birçok kez bulunma olasılığı o kadar fazladır).
Daha önceden de varolan alt-birimlerin rastlantısal olarak çaprazlama yoluyla biraraya
gelmeleri, yeni bir genetik birimi oluşturan alışılagelmiş yöntemdir. Evrimsel önemi büyük
olan başka bir yol ise, nokta mutasyonlarıdır. Bir nokta mutasyonu, bir kitapta yanlış basılmış
tek bir harfe karşılık gelir. Ender görülür; genetik birim ne kadar uzunsa, bu uzunluk boyunca
bir yerlerde bir mutasyon sonucu değişmesi olasılığı da o kadar fazladır.
Uzun-dönemdeki sonuçları önemli olan bir başka hata ya da mutasyon ise ters çevrilmedir.
Bir kromozom parçası iki ucundan da kopar, tepe taklak döner ve ters dönmüş konumda
tekrar kromozoma bağlanır. Önceki benzetmemizin terimleriyle bu, sayfaların yeniden
numaralanmasını gerektirecektir. Bazen de kromozom bölümleri ters dönmekle kalmaz, gidip
kromozomun tamamen farklı bir yerine bağlanır ve hatta tamamen farklı bir kromozoma da
yapışabilirler. Bu, bir sayfa tomarının bir ciltten başka bir cilde aktarılmasına karşılık gelir.
Bu tür yanlışlar genellikle vahim sonuçlar doğurur ancak bazen de genetik malzeme parçaları,
yakın bağlantı oluşturarak birlikte iyi çalışıvermeye başlarlar. Belki de, yalnızca birarada iken
yararlı etki gösterebilecek iki sistron –bir biçimde birbirlerini kuvvetlendiriyor ya da
tamamlıyor olabilirler-, ters çevrilerek biraraya gelirler. Böyle bir durumda, doğal seçilim
yeni “genetik birim” lehine çalışacaktır ve gelecek kuşaklarda yeni birim yaygınlaşacaktır.
Olasıdır ki, yıllar boyunca, gen kompleksleri bu gibi yollarla yoğun biçimde yeniden
ayarlanmış ya da “yayınlanmıştır.”
Genin parçacık özelliğinin bir başka yönü de, ihtiyarlamayışıdır; milyon yaşına geldiğinde
ölme olasılığı 100 yaşındakinden fazla değildir. Nesiller boyunca bir bedenden diğerine atlar,
kendi amaçları doğrultusunda ve kendi yöntemleri ile bu bedenleri yönlendirir, birbiri
peşisıra, bu ölümlü bedenler ihtiyarlayıp ölmeden onları terkeder.
Genler ölümsüzdür, daha doğrusu, ölümsüz yakıştırmasına yaklaşabilen genetik
varlıklardır. Bizler, dünya üzerindeki bireysel yaşamkalım makineleri, yalnızca 10-20 yıl daha
yaşamayı umabiliriz. Dünyadaki genlerin yaşam süresi ise binlerce, milyonlarca yıl ile
ölçülmelidir.
Bireysel bir beden yaşadığı sürece başkalarından yeterli derecede ayrı görünür, ancak bu
ne kadar sürüyor ki? Her birey tektir; bir eşi yoktur. Eğer her varlığın tek bir kopyası varsa,
varlıklar arasında seçim yaparak evrimi gerçekleştiremezsiniz! Eşeyli üreme, eşleme değildir.
Bir topluluğun başka topluluklarla karışması gibi, bir birey de cinsel eşi ile kaynaşarak
döllerini yapar. Çocuklarınız sizin yarınızdır; torunlarınız ise dörtte biriniz... Birkaç kuşak
sonrası için umabileceğiniz en iyi şey, birkaç tanesi sizin soyadınızı taşıyan, ama hepsi de
sizden minik bir parça -birkaç gen- içeren, çok sayıda döl olacaktır.
Bireyler kararlı varlıklar değildir; geçicidirler. İskambil kağıtlarının dağıtılıp bir el
oynandıktan sonra, unutulmak için karılması gibi, kromozomlar da karıştırılırlar ve
unutulurlar. Ama karıştırdıktan sonra kartlar yok olmuyor, hala varlar. İşte, genler de kartlar
gibi. Çaprazlama genleri yok etmiyor, yalnızca eşlerini değiştiriyorlar ve genler yollarına
devam ediyorlar. Elbette devam edecekler. Onların işleri bu! Eşleyici olan onlar ve bizse
onların yaşamkalım makineleriyiz. Amaca ulaşıldığında bir kenara konuruz. Genlerse jeolojik
zamanın yerleşik sakinleridir: Genler ölümsüzdür.
Pırlantalar gibi genler de ölümsüzdür, ama tam da aynı anlamda değil... Bir pırlanta
kristali, değişmeyecek bir atom düzeninde varlığını sürdürür. DNA moleküllerinin ise bu tür
bir kalıcılığı yoktur. Tek bir DNA molekülünü ele alırsak, yaşamı oldukça kısadır (Belki de
birkaç ay; bir birey ömründen kesinlikle daha uzun değil). Ancak, bir DNA molekülü
kuramsal olarak, kendisinin kopyaları halinde, yüzlerce milyon yıl yaşamaya devam edebilir.
Bunun da ötesinde, ilksel çorbadaki eski eşleyiciler gibi, belirli bir genin kopyaları tüm
dünyaya dağılabilir. Aradaki fark ise, çağdaş genlerin yaşamkalım makinelerinin bedenleri
içinde düzgünce paketlenmiş olmaları.
Yaptığım şey, bir genin tanımlayıcı özelliği olarak, kopyalarını yaparak ölümsüzlüğe
yakınlaşabileceğini vurgulamak. Geni tek bir sistron olarak tanımlamak bazı amaçlar için
yeterli, ancak evrim kuramı gözönüne alındığında bu anlamı genişletmek gerek. Ne kadar
genişleteceğimiz, tanımı ne amaçla yaptığımıza bağlı. Doğal seçilim için uygulanabilir bir
birim bulmak istiyoruz. Bunu yapabilmek için, kullanışlı bir doğal seçilim biriminde olması
gereken özellikleri saptamakla işe başlıyoruz. Bir önceki bölümün terimleriyle, bunlar uzun
ömürlülük, doğurganlık ve aslına sadık kopyalama olarak saptandı. Bundan sonra, “geni” bu
özellikleri taşıyan -en azından potansiyel olarak- en büyük birim olarak tanımlarız. Gen,
birçok ikili kopya halinde varolan, uzun yaşayan bir eşleyici... Sonsuza dek yaşamıyor. Bir
pırlanta bile gerçek anlamda sonsuza dek yaşamaz ve bir sistron bile çaprazlama sonucu ikiye
bölünebilir. Gen, dikkate değer bir doğal seçilim birimi olarak işlev görmeye yetecek
uzunlukta yaşayabilecek (potansiyel olarak) denli küçük bir kromozom parçası olarak
tanımlanır.
Bu “yeterli uzunluk” ne kadar? Kesin ve anında verilebilecek bir yanıt yok. Bu, doğal
seçilim “baskısının” ne denli şiddetli olduğuna bağlıdır; yani, “kötü” genetik birimin “iyi”
aleli karşısındaki ölüm olasılığının ne denli fazla olduğuna. Bu, bir örnekten diğerine
değişebilecek, niceliksel bir ayrıntıdır. En büyük, uygulanabilir doğal seçilim birimi -gen- için
bu süre sistron ve kromozomun yaşam süreleri arasında bir yerde.
Gen düzeyinde, özverili olma kötü, bencillik ise iyi olmalıdır. Bu özveri ve bencillik
tanımlarımızın doğal bir sonucu... Genler, yaşamda kalabilmek için, alelleriyle doğrudan bir
mücadele içindedirler; gen havuzundaki alelleri, gelecek kuşakların kromozomlarındaki yerler
için rakip durumundadırlar. Gen havuzu içinde yaşamını alelleri pahasına sürdürecek biçimde
davranan herhangi bir gen, tanım gereği, yaşamda kalacaktır. Gen bencilliğin temel birimidir.
GEN MAKİNESİ
Yaşamkalım makineleri, genleri rakiplerinin kimyasal saldırılarından ve moleküllerin
gelişigüzel bombardımanlarının zararlarından koruyan edilgen kaplar olarak işe başladılar; bir
çeşit duvar sağlamaktan öte bir fonksiyonları da pek yoktu. İlk günlerde, çorba içinde bol
bulunan organik moleküllerle “beslendiler”. Güneş ışığının enerjisiyle yüzyıllar boyunca
çorba içersinde yavaş yavaş birikmiş olan organik besin bittiğinde ise, bu rahat hayat sona
erdi. Yaşamkalım makinelerinin ana dallarından birisi -şimdi onlara bitkiler diyoruz- güneş
ışığını doğrudan kullanarak basit moleküllerden karmaşık moleküller yapmaya başladı; bu
karmaşık moleküller ilksel çorbadaki sentez süreçlerini çok daha yüksek hızlarda
yürütebiliyordu. Hayvanlar dediğimiz başka bir dal ise, bitkilerin kimyasal emeklerini nasıl
kullanabileceklerini “keşfetti”: Onları yiyerek ya da başka hayvanları yiyerek... Her iki ana
yaşammakinesi dalı da, kendilerine ait yaşam tarzları içinde verimliliklerini artırmak için
durmaksızın yeni ve ustalıklı hileler evrimleştirdiler; yeni yaşam biçimleri durmadan gelişti.
Her biri yaşamını kazanmak için özel bir yol seçerek uzmanlaşan ve mükemmelleşen altdallar
ve alt-alt-dallar oluştu: Denizde, toprağın üstünde, havada, yeraltında, ağaçlarda, başka
canlıların içinde... Bu alt-dallanmalar, bugün bizi bunca etkileyen uçsuz bucaksız bitki ve
hayvan çeşitliliğine yol açtı.
Hem hayvanlar hem de bitkiler çok-hücreli gövdeler biçiminde evrimleştiler; öyle ki tüm
genlerin eksiksiz kopyaları bu gövdelerde her hücreye dağıtılmıştı. Bu evrimleşmenin ne
zaman, neden ya da kaç kez bağımsız olarak gerçekleştiğini bilmiyoruz. Kimileri bedeni bir
hücreler kolonisi olarak tanımlayıp, bir koloni eğretilemesi kullanıyorlar: Bense bedeni bir
genler kolonisi, hücreyi ise genlerin kimya endüstrileri için uygun bir çalışma birimi olarak
düşünmeyi yeğliyorum.
Gen kolonisi olabilirler, ancak bu bedenlerin davranışlarıyla kendilerine özgü bir
bireysellik kazandıkları tartışılmaz. Bir hayvan, uyumlu bir bütün halinde hareket eder. Ben
kendimi bir birim gibi hissediyorum, bir koloni gibi değil. Bu beklenmesi gereken bir şey.
Seçilim, diğerleri ile işbirliği yapabilen genlerin lehine çalışır. Az bulunan kaynaklar için
yapılan bu yırtıcı yarışmada, bir başka deyişle diğer yaşamkalım makinelerini yemek için
yapılan bu amansız kavgada, başkaları tarafından yenmemek için, ortak beden içinde kargaşa
yerine merkezi bir düzenlemeye prim verilmiş olmalı. Günümüzde, genlerin bu karşılıklı ve
karmaşık evrimleşmeleri öyle bir düzeye gelmiştir ki, bir yaşam makinesinin komünsü yapısı
gözden kaçmaktadır. Birçok biyoloğun bu fikrimi kabullenmeyeceğini ve karşı çıkacağını
biliyorum.
Öyle görünüyor ki, yaşamkalım makineleri mil dirseği ve delikli karta hiç yüzvermemişler;
devinimlerini zamanlamak için kullandıkları alet, temel işleyişi çok farklı olmasına karşın, bir
bilgisayara daha çok benziyor. Biyolojik bilgisayarların ana biriminin -sinir hücresi ya da
nöron- iç işleyişi hiç de transistöre benzemiyor. Aslında nöronların birbirleri ile iletişim
kurdukları şifre, dijital bilgisayarların atım şifrelerine bir parça benziyor, ancak bir nöron
transistörden çok daha fazla gelişmiş bir veri-işlemci birimi. Diğer bileşenlerle yalnızca üç
bağlantı yapmak yerine, tek bir nöron binlerce bağlantı yapabilir. Nöron transistörden daha
yavaştır; ancak son yirmi senedir elektronik endüstrisini yönlendiren minyatürleştirme eğilimi
doğrultusunda çok daha öte noktalara ulaşmıştır. Bunu göstermek için insan beyninde on bin
milyon civarında nöron olduğu gerçeğini öne sürebiliriz; oysa bir kafatasının içerisine
yalnızca birkaç yüz transistör sığdırabiliriz.
Bitkilerin nörona gereksinimleri yok, çünkü ortalıkta dolaşıp durmuyorlar. Fakat hayvan
gruplarının birçoğunda nöron görüyoruz. Belki de nöron, hayvanların evrim sürecinde erken
“keşfedilmiş” ve tüm gruplara kalıtımla aktarılmıştır, ya da birbirinden bağımsız bir biçimde
tekrar tekrar keşfedilmiştir.
Nöronlar, temelde, diğer hücreler gibi bir çekirdeği ve kromozomları olan hücrelerdir.
Ancak hücre duvarları uzun, ince, tel-benzeri uzantılar şeklindedir. Genellikle, nöronun akson
adı verilen tek bir uzun “teli” vardır. Aksonun kalınlığının mikroskopik olmasına karşın,
uzunluğu birkaç metre olabilir: Örneğin birçok akson, tek başlarına, bir zürafanın boynunu bir
uçtan diğer uca katedebilir. Aksonlar, genellikle, sinir adını verdiğimiz kalın, çok-telli
kablolar biçiminde biraraya gelerek demetler oluştururlar. Sinirler bedenin bir bölümünden
diğerine telefon hattının kabloları gibi uzanır ve mesajları taşırlar. Diğer nöronların aksonları
kısadır ve yoğun bir sinir dokusu olan sinir düğümlerinde bulunurlar; eğer nöron çok büyükse
beyinde yer alır. Beynin işlevi bilgisayarların işlevine benzetilebilir; her iki makine de
depolanmış bilgilerine başvurarak karmaşık girdilerin çözümlemesini yaptıktan sonra,
karmaşık çıktılar oluştururlar.
Beynin, yaşamkalım makinelerinin başarısına yaptıkları asıl katkı, kasların kasılmalarını
denetleme ve düzenleme yoluyla olur. Bunu yapabilmek için gereksindikleri şey kaslara giden
motor sinirler adını verdiğimiz kablolardır. Ancak, bu sistemin genlerin etkin korumasını
sağlayabilmesi için, kas kasılmalarının zamanlanmasının dış dünyadaki olguların
zamanlanması ile ilişkili olması gerekir. Çene kaslarının yalnızca çenede ısırılmaya değer
birşeyler olduğunda kasılması, bacak kaslarının yalnızca kaçılacak veya yakalanacak birşeyler
olduğunda koşma düzenine geçmesi önemlidir. Bu nedenle, doğal seçilim, dış dünyadaki
fiziksel olguları nöronların atım şifrelerine çeviren cihazlar olan duyu organları ile donanmış
hayvanların lehine çalışmıştır. Beyin duyu organlarına -gözler, kulaklar, tat tomurcukları, vs.-,
duyu sinirleri dediğimiz kablolarla bağlanmıştır. Duyu sistemlerinin çalışma şekilleri
şaşırtıcıdır. Çünkü en iyi ve en pahalı insan yapısı makinelerden çok daha karmaşık desen
tanıma becerileri geliştirmişlerdir; aksi takdirde, sekreterlerin yerini konuşmaları tanıyabilen
ya da el yazısını okuyabilen makineler alırdı. Ancak göründüğü kadarıyla insanlar daha uzun
bir süre sekreterlik yapmaya ve sekreter kullanmaya devam edecekler.
Genler de yaşamkalım makinelerinin davranışlarını denetlerler; doğrudan kuklaları oynatan
ipleri kullanarak değil, bilgisayar programcısı gibi dolaylı yollarla. Yapabildikleri tek şey
önceden herşeyi hazırlamaktır; bundan sonra yaşamkalım makinesi kendi başınadır ve genler
yalnızca içeride oturup beklerler.
Karmaşık bir dünyada öngörülerde bulunmak bir şans işidir. Bir yaşamkalım makinesinin
alacağı her karar bir kumardır ve beyni önceden programlayarak genelde sonuç verecek
kararlar almasını sağlamak da genlerin işidir. Evrim kumarhanesinde kullanılan fişler ise
yaşamkalımdır: Kesinlikle konuşmak gerekirse, burada genin yaşamda kalması olarak ifade
edilen şeyin, daha çok bireyin yaşamda kalması olarak anlaşılması mantıklı bir yaklaşım
olacaktır. Su içmek için kuyuya gittiğinizde, kuyu kenarında gizlenerek av bekleyen ve
yaşamını bu şekilde sürdüren avcılar tarafından yenme riskiniz artar; kuyuya gitmezseniz
susuzluktan ölürsünüz. Ne tarafa dönerseniz dönün risk vardır ve genlerinizin uzun dönemde
yaşama şansını artıran kararları vermeniz gerekir. Belki de izlenecek en iyi yol, iyice susayana
kadar beklemek, sonra da gidip uzun süre yetecek kadar çok su içmektir. Böylece su
kuyusuna gidip gelme sayısını azaltmış olursunuz, ama bu durumda da kuyudan su içerken
başınızı uzun süre eğik tutmak zorunda kalırsınız. Başka bir seçenekse, sık sık ve az su içmek
olabilir; kuyunun yanından koşarken hızla, küçük yudumlar alınabilir. Hangisinin en iyi
kumar stratejisi olduğu,bir sürü karmaşık unsura bağlıdır. Önemsiz sayılamayacak
unsurlardan biri ise, avcının avlanma alışkanlıklarıdır; avcı açısından bakıldığında, bu da en
verimli olacak biçimde evrimleşmiştir. Olasılıkların tartılması gerekir. Ancak, elbette ki,
hayvanların bu hesapları bilinçli olarak yaptıklarına inanmamız gerekmiyor; inanmamız
gereken tek şey, genleri doğru kumarı oynayabilecek beyni yapmış olan hayvanların yaşamda
kalma şanslarının daha fazla olması ve böylelikle de aynı geni çoğaltabilmeleri.
Ortaya çıkarttığı sorunlar ne olursa olsun, bu öykünün amaçları çerçevesinde, bilinç,
yaşamkalım makinelerinin asıl efendilerinden -genlerden- özgür karar vericiler olma
yolundaki evrimsel eğilimin doruk noktası olarak düşünülebilir. Beyin yalnızca yaşamkalım
makinesinin günlük işlevinin yürütülmesini yönetmiyor; aynı zamanda geleceği tahmin etme
ve buna uygun hareket etme yeteneğini de kazandı. Hatta, genlerin yazdıklarına da karşı
çıkıyor. Örneğin, mümkün olan en fazla sayıda çocuk yapmayı reddediyor. Göreceğimiz gibi,
bu açıdan insan oldukça kendine özgü.
Bütün bunların bencillik ya da özverili olma ile ne ilgisi var? Oluşturmak istediğim
düşünce şu: Genler, hayvan davranışını -ister bencil ister özverili olsun- yalnızca dolaylı
yollardan denetler, ancak bu yine de çok güçlü bir denetimdir. Genler, yaşamkalım
makinelerinin ve onların sinir sistemlerinin yapımını belirleyerek davranışları etkilerler.
Ancak, ne yapılacağına ilişkin anlık kararları sinir sistemi alır. Asıl politikayı çizenler
genlerdir; beyin ise yürütme işlevini yerine getirir. Ama beyin geliştikçe, öğrenme ve
öğrenme için simülasyon yapma gibi hileleri kullanarak asıl politika kararlarının gittikçe daha
fazlasını üstlenmektedir. Bu eğilimin mantıksal sonucu, genlerin yaşamkalım makinelerine
tek bir genel politika talimatı vermeleri olacaktır: Bizi canlı tutmak için, ne gerekiyorsa yapın.
Henüz hiçbir tür bu noktaya ulaşamadı.
Genin davranışı etkilemesine yol açan, ceninle ilgili nedenlerin kimyasal zinciri hakkında
en ufak fikrimiz olmasa da, “belirli bir davranışın geni” olduğundan rahatlıkla söz edebiliriz.
Bu nedenler zincirinin öğrenmeyi bile içerdiğini farkedebiliriz.
Genler usta programcılar ve kendi canlarını kurtarmak için programlıyorlar. Yaşamkalım
makinelerinin karşılaştığı tüm tehlikelere karşın, yaptıkları programın kopyalama işlemindeki
başarısı ile yargılanıyorlar ve hakim, yaşam kavgası mahkemesinin acımasız hakimi.
Bir yaşamkalım makinesi bir başka yaşamkalım makinesinin davranışı ya da sinir
sisteminin içinde bulunduğu durumu etkiliyorsa, onunla iletişim kurduğu söylenebilir.
Ne zaman bir iletişim sistemi evrimleşse, birileri bu sistemi kendi çıkarları için kullanmaya
çalışır. Evrime, “türün iyiliği” açısından bakmak üzere yetiştirilmiş olan bizler, doğal olarak,
yalancı ve sahtekarların farklı türlerden olduğunu düşünürüz: Avcılar, av, asalaklar, vs...
Oysa, farklı bireylerin genlerinin çıkarları farklılaşmaya başlar başlamaz, yalan, aldatmaca ve
iletişimin bencilce kullanımının ortaya çıkmasını beklemeliyiz; bu aynı türün bireylerini de
içerir. Hatta göreceğimiz gibi, çocukların anababalarını kandırmasını, kocaların eşlerini
aldatmasını ve kardeşin kardeşe yalan söylemesini bile beklemeliyiz
SALDIRGANLIK: BENCİL MAKİNE ve KARARLILIK
Bir yaşamkalım makinesi için, başka bir yaşamkalım makinesi (kendi çocuğu ya da başka
bir yakın akrabası olmayan) çevresinin bir parçasıdır; tıpkı bir kaya veya nehir veya bir
yiyecek parçası gibi. Aynı türün yaşamkalım makineleri birbirlerinin yaşam sınırlarını daha
doğrudan ihlal etmeye yatkındırlar. Bunun çeşitli nedenlerinden biri şu: Bireyin kendi
türünden bir popülasyonun yarısı potansiyel eşlerdir ve bu bireyin çocuklarının çalışkan ve
kullanılmaya yatkın potansiyel ana/babalarıdır. Başka bir neden de, aynı türün üyelerinin,
birbirlerine benzer bireyler olarak, genleri aynı cins bir çevrede ve aynı yaşam tarzı içersinde
koruyan makineler olarak, yaşam için gerekli tüm kaynaklar karşısında doğrudan doğruya
rakip olmalarıdır.
MEMLER: YENİ EŞLEYİCİLER
Buraya kadar insandan özellikle söz etmedim ancak kasıtlı olarak dışarda da bırakmadım.
“Yaşamkalım makinesi” terimini kullanmamın nedeni, kısmen “hayvanlar” sözcüğünün
bitkileri ve bazılarının kafasında da insanları konu dışı bırakacağı. İlk bakışta, öne sürdüğüm
savlar, evrimleşmiş herhangi bir varlığa uygulanabilir nitelikte. Eğer bir tür dışarda
bırakılacaksa, bunun çok iyi nedenleri olmalı. Kendi türümüzün eşsiz olduğunu düşünmek
için iyi nedenlerimiz var mı? Yanıtın evet olduğuna inanıyorum.
İnsanın sıradışı olan yönleri tek bir sözcükle özetlenebilir: “Kültür”. Bu kelimeyi züppece
değil, bir bilim adamının kullandığı anlamda kullanıyorum.
Ateşli bir Darwin taraftarıyım, ancak Darwinciliğin bir genin dar kapsamı ile
sınırlandırılamayacak denli büyük bir kuram olduğunu düşünüyorum. Öne süreceğim sava
gen sadece bir analoji olarak girecek.
Peki, sonuç olarak, nedir genleri böylesine özel yapan? Yanıt, eşleyici olmaları. Fizik
yasaları, tüm erişilebilir evren de geçerlidir. Biyolojide de, benzer evrensel geçerliliği olan
ilkeler var mı? Astronotlar uzak gezegenlere yol aldıkları ve yaşam aradıklarında,
düşünemeyeceğimiz kadar tuhaf ve dünya-dışı yaratıklar bulmayı bekleyebilirler. Fakat,
nerede bulunursa bulunsun ve kimyasının temelleri ne olursa olsun, tüm canlılar için doğru
olacak birşeyler var mı? Kimyası karbon yerine silisyum veya su yerine amonyak üzerine
temellenmiş yaşam biçimleri varsa, -100 derece santigratta kaynayıp ölen yaratıklar
bulunursa, kimya ile ilişkisi olmayıp, elektronik yankılamalı devreler üzerine temellenmiş bir
yaşam biçimi keşfedilirse, hala tüm canlılar için doğru olacak genel ilkeler olabilir mi?
Bilmiyorum, ancak bu konuda bahse girecek olsaydım. Paramı tek bir temel ilkeye yatırırdım.
Bu, tüm canlıların, eşlenebilen varlıkların ayrımsal biçimde yaşamda kalabilmesiyle
evrimleştiği ilkesi. Gen -DNA molekülü-, kendi gezegenimizdeki eşlenebilen varlık.
Başkaları da olabilir. Eğer varsa, belirli bazı koşulların sağlanması şartıyla, kaçınılmaz olarak
evrimsel bir sürece temel oluşturacaklardır.
Başka eşleyici türleri ya da buna bağlı başka evrim çeşitleri bulmak için uzak dünyalara mı
gitmemiz gerekiyor? Ben, bizim gezegenimizde, son zamanlarda, yeni bir tür eşleyici ortaya
çıktığını düşünüyorum. Hemen yanımızda, yüzümüze bakıyor. Henüz çocukluk çağında,
ilksel çorbasının içinde çalkalanıp sürükleniyor; yine de soluk soluğa olan eski genimizi
arkada bırakan bir evrimsel değişim hızına. ulaştı bile.
Bu yeni çorba, insan kültürünün çorbası. Yeni eşleyici içinse bir ad bulmamız gerek; bir
kültürel iletim birimi ya da bir taklit birimi düşüncesini taşıyan bir isim... “Mimeme” bu iş
için uygun bir Yunanca kök. Fakat ben, bir parça “gen” sözcüğüne benzeyen tek heceli bir
sözcük istiyorum. Mimeme sözcüğünü mem olarak kısaltacağım için klasikçi dostlarımın beni
affedeceğini umuyorum. Eğer bir teselli olabilecekse, “bellek” ile ya da Fransızca memê
(kendi) ile bağlantılı olduğu düşünülebilir. “Cream” sözcüğü ile uyumlu olacak biçimde
okunmalıdır.
Ezgiler, fikirler, sloganlar, giyside moda, çanak çömlek yapım yolları, kemer yapımı mem
örnekleridir. Tıpkı genlerin sperm ya da yumurtalar yoluyla bir bedenden diğerine atlayarak
gen havuzunda çoğalmaları gibi, memler de, geniş anlamda taklit denilebilecek bir süreç
yoluyla, bir beyinden diğerine zıplayarak kendilerini gen havuzunda çoğaltırlar. Bir bilim
adamı güzel bir düşünce duyduğunda ya da okuduğunda, bunu arkadaşlarına ve öğrencilerine
aktarır. Yazılarında ve derslerinde bundan söz eder. Bu düşünce tutunursa, beyinden beyine
yayılarak kendini çoğalttığı söylenebilir. Çalışma arkadaşım N.K. Humprey bu bölümün ilk
taslaklarından birini okuduğunda gayet güzel bir özet yaptı: “.... Memlere canlı yapılar olarak
bakılmalıdır; yalnızca eğretileme olarak değil, teknik olarak da. Benim kafama üretken bir
fikir sokarsan, beynimi konukçu olarak kullanmış olur ve onu memin çoğalması için bir araç
haline getirmiş olursun. Tıpkı bir virüsün konukçu hücrenin genetik mekanizmasını
kullanması gibi. Bu yalnızca bir konuşma tarzı değil. Bir mem -diyelim ki, `ölümden sonraki
yaşama inanma’ memi, milyonlarca kez, tüm dünyadaki bireylerin sinir sisteminde bir yapı
olarak, fiziksel olarak gerçekleşir ”
Temelde, biyolojik olguları gen avantajı ile açıklamaya çalışmanın bizim için iyi bir
politika olmasının nedeni, genlerin eşleyiciler olması. İlksel çorba moleküllerin kendi
kopyalarını yapabileceği koşulları sağlar sağlamaz, eşleyiciler yönetimi ele alır. Üç bin
milyon yıldan beri, DNA, dünya üzerindeki sözünü etmeye değer tek eşleyici oldu. Ancak bu,
hep tekel olacağı anlamına gelmiyor. Yeni bir cins eşleyicinin kendi kopyalarını yapabileceği
koşullar oluşur oluşmaz, yeni eşleyiciler yönetimi ellerine alırlar ve kendi evrimlerini
başlatırlar. Bu yeni evrim bir kez başladıktan sonra, hiçbir biçimde eskisine bağlı
olmayacaktır. Eski gen-seçmeli evrim, beyinleri yaparak ilk memlerin doğacağı “çorbayı”
sağladı. Kendini kopyalayan memler bir kez oluştuktan sonra, çok daha hızlı gerçekleşen
kendi evrimleri başladı. Biz biyologlar genetik evrim düşüncesini öylesine benimsemişiz ki,
bunun olası evrim türlerinden yalnızca bir tanesi olduğunu unutuyoruz.
Dünya kültürüne bir katkıda bulunursanız; iyi bir fikriniz varsa; bir ezgi bestelerseniz; bir
ateşleme bujisi icat ederseniz; bir şiir yazarsanız... İşte, genleriniz ortak havuzda eriyip
gittikten çok sonra bile, bunlar bozulmaksızın yaşamaya devam edecektir. G.C. Williams’ın
dediği gibi, günümüzde, Socrates’tan bir veya iki gen kalmıştır, ya da hiç kalmamıştır; kimin
umurunda ki? Socrates’ın, Leonardo’nun, Copernicus’in ve Markoni’nin mem kompleksleri
güçlerini kaybetmeksizin hala yaşıyor.
İnsanoğlunun bir başka özelliği de -büyük olasılıkla- has, çıkarsız, gerçek özverisi. Böyle
olduğunu umuyorum ama bunu tartışmayacağım ve olası memsel evrimi üzerine
spekülasyonlar yapmayacağım. Vurgulayacağım nokta şu: İşe karanlık tarafından baksak da,
insan bireylerinin temelde bencil olduğunu varsaysak da, bilinçli öngörümüz -geleceği düşsel
olarak öykünme yeteneğimiz- bizi kör eşleyicilerin bencil aşırılıkların en kötüsünden
kurtaracaktır. En azından bizim, yalnızca kısa-dönemli bencil çıkarlar yerine uzun-dönemli
çıkarları yeğleyebilecek beyinsel donanımımız var. Biz, bir “güvercinlerarası anlaşmanın”
uzun-dönemli yararlarını görebiliriz. Biz, biraraya gelip, bu anlaşmaya işlerlik kazandıracak
yöntemleri tartışabiliriz. Bizim doğumda devraldığımız bencilgenleri yenebilecek gücümüz
var. Ve gerekirse, bize aşılanmış olan bencilmemleri de yenebiliriz. Has, çıkarsız özveriyi
bilinçli olarak büyütecek, besleyecek yolları bile tartışabiliriz biz; doğada asla yeri olmasa,
tüm dünya tarihinde asla varolmamış bile olsa... Çünkü gen makineleri olarak yapılmış ve
mem makineleri ile yetiştirilmiş olsak da, bizim yaratıcılarımıza karşı çıkacak gücümüz var.
Biz, dünya üzerinde yalnızca biz, bencil eşleyicilerin tiranlığına karşı isyan edebiliriz.
E-Kitap - E-book :kitap özetleri, kitap özeti, yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, biyografiler, kitap oku, bedava kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
kitap özeti, kitap,yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, kitap oku, bedava kitap