Giriş bölümünde felsefenin anlamı ve amacı üzerinde durulmuştur.
Felsefenin, insan zekasının bu en anlamlı uğraşın amacı, doğa, toplum ve insan, üzerine giderek evren üstüne tutarlı, sistemli bir görüşe varmaktır. Bir yerde bağımsız yürütülen bu uğraş ” özgür aklın sorgulaması’ na ” dayanır.
Batılı toplumlarda, felsefe yüzyıllarca yürüdüğü dikenli yollardan sonra, bileğinin hakkıyla, ama elbette arkasına aldığı sosyal güçlerin de yardımıyla, bugünkü saygın ve dokunulmaz yerini kazanmış bulunuyor.
Felsefenin amacı doğruyu aramaktır. Felsefenin, bir bilgi dalı olarak belli bir konusu yoktur. Diğer bilim dallarında öğrenilecek konular vardır. Örneğin tarihte, geçmişteki olaylar gibi. Felsefede böyle bir şeye rastlanmaz.
Felsefede tasarlanmış doğrular yoktur. Tarih boyunca, sistemleri sistemler izlemiş, her filozof, kendinden önce gelenin görüşlerinden farklı, kimi zaman onlara zıt görüş ortaya atmıştır. Ne var ki filozofların bütün bu tartışma ve uyumsuzluklarının yaptığı bir şey vardır.: bizi onlar üzerine bizzat düşünmeye çağırır.
Felsefenin özü bir bilgiye sahip olmaktan çok, onu arayıp karıştırmaktır. Buda bir ” düşünme çabası ” dır. Peki düşünme ne? Düşünme aklın bir işlevidir.; böylece akıl edindiği bilgileri yeniden gözden geçirir, tartışır. Felsefe, akıl sahibi insanın bulduğu en yüce fikri uğraştır.
Birinci bölümde insanın ne ve kim olduğu üzerinde durulmuştur.
İnsanın yer yüzünde ortaya çıkışı ve kendi kendisinin bilincine varışı diye bir olgu vardır. Biliyoruz ki insan soyu birden bire ortaya çıkmadı; tersine, milyonlarca yıl süren bir süreç boyunca, daha önceki hayvansal türlerden doğdu. İnsana has olan zekamıdır diyeceğiz?
Bunun, hayvanlarda da bulunduğu yanıtı verilecektir. İnsanın ” daha zeki ” olduğu bir gerçektir. Ama insanlara özgü birde ” düşünen ruh vardır” ancak her şeyin ötesinde, insana has olan şeyin belirtisi olarak neyi görmeli?
Descartes’in bunun için önerdiği şuydu: Dil
Düşüncelerin alış verişini sağlayan dildir. Bununla beraber hayvanlarla insanlar arasında başka büyük farklılıklar da vardır. İnsanları Descartes’in dediği gibi ” Doğanın efendileri ve sahipleri ” olmaya götüren bir farklılık söz konusudur. Buda tek kelimeyle emektir. Emek, insanın kendisinin bilincine varmada zorunlu bir andır.
İnsanı insan yapan sonrada varlığını sürdüren, emektir. Ellerin oynadığı rol ise bu süreçte pek önemlidir.
Eski uygarlıklar, bu arada yunan ve roma uygarlıkları, emeği saysalar da hor görmüşlerdir. Emek aklı maddeyle uğraşmaya mahkum ettiği için köleliğin hem nedeni hem de sonucudur.
Ancak kentleşmenin su yüzüne çıktığı, ticaretin geliştiği devrelerde, kısacası kapitalizmin ve burjuvanın ortaya çıkmasıyla emekte saygınlık kazanır ve bağımsızlaşmaya başlar. Böylece sosyal mücadeleler. Ortaya çıkar. Ve daha insanca bir dünya meydana gelebilir.
İkinci bölümde düşünmenin diyalektiği ele alınmıştır.
Biliyoruz, insan düşünür, doğadaki ayrıcalığıdır bu onun. Düşünmek, insanın düşünceler üretme, onları dışa vurma ve aralarında bağlar kurma gücüdür. Örneğin Romancı romanını yazarken, Ressam resmini yaparken, Bestecide bestesini yaparken düşünür. Düşünme çok boyutlu bir olaydır. Düşünme çeşitli felsefe sistemleri arasında çok önemlidir ne kadar felsefe varsa, o kadar da düşünce vardır. Düşüncenin temelinde bilinç vardır. Bilinç, kişinin tek başına düşünme yetkisidir. Her bilinç bireyseldir. Gerçekten, düşündüğüm şey benimdir. Ayrıca bilinçli düşünmenin altında mantık yatmaktadır. insan bütün canlılar içinde düşünebilen ve düşündüğünü başkalarına aktarıp anlatabilen tek varlıktır. Herkes düşünür, ancak herkesin düşündüğü doğrumudur? Değilse,, düşünmenin ilkesi nedir? Tabi ki mantık. Mantık, her şeyden önce ” Doğru düşünme sanatıdır.”
İnsanı mantıklı olmaya doğa ve toplum dayatmıştır. Özetle mantık yaşamın ürünüdür.
Üçüncü bölümde felsefenin gerçeklikle ilişkisi tartışılmaktadır.
Burada soracağımız ilk soru bilim neyi anlatır?
Bilim, doğaya, topluma, ve insana egemen, deneyle yada ortaya çıkarılmış zorunlu yasalar, onların araştırmasıdır. Doğa toplum ve insan böylesi yasalarla çevrilidir. Hemen hemen rakipsizdir. Doğadaki gerçeklik olsun, sosyal gerçeklik olsun, bilimin onun üzerine eğilip yasaları bulup çıkarması, yöntem sayesindedir. Yöntem bilimin can damarıdır. Onsuz bilim olma. Her bilimin kendine özgü yöntemi vardır. Ancak unutulmasın ki, bilimsel yasa ve kurumlar, her zaman sınanabilir;dogmatik değil, genel tartışmaya hep açıktır. Böylece, bir bilimsel yasa bir başka bilimsel yasayla çürütülebilir. Bilim tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Ve bilimsel bilginin inandırıcılığı da bundan ileri geliyor.
Dördüncü kısım “yaşama nasıl anlam verebiliriz” tartışmasını ortaya atmıştır.
Yaşamın kendi içinde bir takım değerleri bulunmaktadır. Din, insanın ” Kutsal ” yada daha somut bir değişle ” Tanrı ” yla ilişkili inançların kapsadığı dogmaların ve ibadet biçimlerinin tümüdür.
Ahlak topluluğun yada bir bireyin, iyi, ile kötü üstüne verdiği bir değer yargısıdır. Başta gelen özelliği, bir kişinin davranışlarıyla ilgili değerlendirme olsa da, kişi doğmadan önce topluda yerleştirmiştir.
Diğer bir olgu olan özgürlükte ise insanlar doğanın kölesi olmaktan kurtulduktan sonra, toplumda şiddetin yerini de hukuk kuralları almıştır. Ama tarihte gösteriyor ki çoğu kez iktisadi bağımlılık içinde ve siyasi baskının altında yaşanmaktadır.
Son olgu ise mutluluktur. Mutluluk kavramı, bolluk içinde yaşama isteğinden doğmuştur. Felsefe tarihinde, bütün ilk çağ klasik felsefesine damgasını vuran ve mutluluğa insan yaşamının anacı olarak bakan bir anlayıştan geçilmiştir.
Beşinci bölümümüzde geçmişten geleceğe kadar olan zaman süreci üzerinde durulmuştur.
Tarihten günümüze kadar olan süreçte insanların bir takım değişikliklere uğradığını biliyoruz. Bir gerçek var ki; tarihi insanlar yapıyor, ama tarih acılar ve felaketler getiriyor onlara. Ama insanlar bunları teknik yolla engellemeyi başarmışlar fakat daha insanca bir topluma sahip olabilmek için tarihin akışını değiştirememişler. Geçmiş tarih, günümüz üzerinde o kadar bir ağırlığa sahip ki,atalardan kalma siyasal, dinsel ve dilsel direnişler bugün bile çatışmalara yol açmaktadır. Özetlemek gerekirse insanlar tarihin tek sorumlusudur. Geçmişteki olup bitenden bugünde sorumludur.
Son bölümde ise insanın kendisi olması üzerinde durulmuştur. İnsanları birbirinden ayıran şey, kimliğidir. Yani kendi kişiliğidir. İnsanların kimlik sorunları tarihin büyük geçiş dönemlerindeki alt-üst oluşlarda ortaya çıkıyor. Örneğin eski roma imparatorluğunda durup durup başkaldıran halklar, yalnız sömürüden kurtulmak değil, kimliklerini saydırmanın da arayışındaydılar. İmparatorluk çökerken daha da yoğunlaşmıştır. Avrupa da kendini göstermiş olan kilise kozmopolitalizmin den, ortaçağın sonlarında uluslar kimliklerini ortaya koyarak sıyrılmışlardır.
Kısaca belirtmek gerekirse, bütün dünya kendi kimliğinin çevresinde dönmemiş olur, ister istemez başka kimlikler karşısında da saygılı olmak zorundadır.
Sonuç olarak insanlık, binlerce yıl öncesinden beslediği bir ideali, asıl kurtuluş diye gördüğü bir düzeni yaşama geçirmeye bugün de terk etmiş değil. Aklın, bilimin, emeğin başköşeye oturtulduğu bir dünya, eşitliğin, kardeşliğin sömürüsüz ve barışçı dünyası.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
kitap özeti, kitap,yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, kitap oku, bedava kitap