Stendhal: Fransa’nın Grenoble kentindeki üniversitelerden biri.
Stendhal: Dostoyevski’den sonra en sevdiğim 19. yüzyıl raelist yazar.
Marie – Henri Bayle, 23 Ocak 1783 ve 23 Mart 1842 tarihleri arasında yaşamış Fransız yazar. Grenoble’da burjuva bir annenin kollarında gözlerini dünyaya açan Henri, annesini yedi yaşında kaybeder. Bu tarihten itibaren avukat olan babası ve dinin gerektirdiği her şeye bağlı olan muhafazakar teyzesi tarafından büyütülür. Eğitim olarak ona çizilmeye çalışılan yolu, dini eğitimi tercih etmez. Askeri eğitim almak için çabalar. Teğmen rütbesi ile İtalya’ya gider. İtalya’nın tarihini gözler önüne seren sanatsal ve mimari yoğunluğu çok
sever. Dönemin iletişim ve bilgi kaynaklarından nadidesi olan yolculuk etmek ve yolculuk esnasındaki tanıklıklar Henri’nin de bilgi kaynaklarından biriydi.
Fransız Devriminin, 1793 – 1794 döneminde şarap gibi akan kanın, alt üst olmaya alışmaya başlayan toplumsal yapının ve Napolyon Bonapart’ın yükselişine – düşüşüne tanık olan bir dönemin yazarı. 1801‘de Napolyon Bonapart’ın ordusunda görev aldı ve İtalya Seferi’ne katıldı. Bu süreçte başından geçenler, özellikle soyluların evinde bulunması ve onların hayatı, düşüncelerini etkilemiştir. Eserlerinden yola çıkarak diyebilirim ki bu tabakaya ve her tabakaya ait gözlemleri çok kuvvetli ve gerçektir. Soyluların etrafında geçirdiği süre içinde yazın çevrelerinden tanışıklıklar edinmiştir. Askeri görevi nedeniyle Avusturya, Almanya ve Rusya’ya gitmiştir. Napolyon’nun işlemeyen politikasının son göstergesi olan 1812 Rus Seferi’ne ve Moskova’nın kül oluşuna şahitti. Napolyon’un askerlerinden olup az sayıda kurtulandan biriydi. Eserlerinde birçok takma ad kullanan yazar bu dönemden sonra Stendhal adını sürekli kullanmaya başlamıştır. Napolyon’un düşüşünden sonra Milano’ya yerleşmiştir ve hayatının bu döneminde Parma’yı ziyaret etmiştir. Stendhal’ın 1817‘de İtalya üzerine izlenimlerini yazdığı ‘Roma, Napoli ve Floransa’ eserinde İtalya’yı çok sevdiğini görüyoruz.
Hayatına pek çok kadın giren Stendhal, anlaşılan kadınları da sever ve aşkı yaşadığını düşünür: İlk aşkı Madame Rebuffel, Angéla Pietragrua ve Mathilde Dembowski büyük aşklarından ve bu kadınlardan bazılarıdır. Bir suçlama sonucu Milano’dan uzaklaştırıldıktan sonra Batı Avrupa’yı dolaşmıştır. Yazarlık dışında ticaretle uğraşmaya çalışmış (başarılı olamamış) ve konsolosluk yapmıştır. Ölüme hastalıklı bir talihin sonunda kavuşmuştur. Frengi hastalığı, aralıklarla geçirdiği geçici felçler ve bu sıhhatsiz süreç sonucu ölmüştür.
Kırmızı ve Siyah (Le Rouge et Le Noire – 1830)
Julian Sorel, Luise de Renal ve Mathilde de la Mole kitabın ana karakterleridir; ancak her şeye gözlerinden, beyninden ve iç sesinden tanık olduğumuz başat karakter Julian Sorel’dir. Fransa’da sonrasında kökten değişimlerle son bulacak olan bir belirsizlik dönemini Sorel’le birlikte gittiği her yerde yaşarız. Devrim olmuş, kanlı günler geride kalmış, Napolyon tam refahı topraklara getirecekken (topraklara refahı götürecekken) yol Moskova’da bitmiştir. Önce iktidara Cumhuriyeti getirip ardından kendini getirmiş, bu arada da soylulara unvanını geri vermiştir. Ancak bir süre sonra iktidar ondan kurtulduğu gibi soylulardan da kurtulacaktır. Ki bu aristokrasinin dehşetle korktuğu şeyin ta kendisidir. Sene 1815 ve sonrası…Mekanlar: Doğduğu Verrieres kasabası, kilise ve Julian Sorel’in din eğitimi aldığı seminer denilen yatılı okul, Verrieres Belediye Başkanı Bay de Renald’ın evleri, Paris’te danışmanı olduğu Bay de la Mole’ün evleri. (Tabii ki yaklaşık 550 sayfalık bu eserde daha başka mekanlar da mevcut, bunlar benim seçtiklerim.)
Süreç itibariyle dikkate alınması gereken toplum içindeki dönüşümdür. Hikayeden biraz önce Fransa’daki eşitlikçi düşüncelerin halk arasında benimsenmeye başlamasıdır. Bu sürecin bir devrimle yola devam etmesi de önemlidir. Sonrasında Fransızlar için mutsuz geçen bu zaman, devrim düşüncelerinden etkilenerek büyüyen bir asker sayesinde – Napolyon – yüzünü güneşe dönmüştür. Ancak kalıcı olmayan bu sıcaklık da kısa bir zaman sonra bulutların arkasında kalır. Aristokrasinin huzuru bir kere kaçmıştır ve sonraları da meçhuldür. Devrimci kol olan Jakobenlerin varlıkları onları rahatsız etmekte hatta korkutmaktadır. Soyluların artık derinden sarsılan kütüklerine rağmen asil kana olan bağlılıkları ve kibirleri sarsılmamakta ısrarcıdır. Mathilde karakteri bunun iyi bir örneğidir. Soyluların bu ısrarlı endişesi Katolik Klise’yi (Vatikan) de yanına katarak gizliden gizliye güçlenme ve atağa geçme çaresinin peşindedir. Klise mensupları da (psikoposlar ve adayları, papazlar ve adayları) bu fırsattan her koşulda ve nasıl olursa olsun yararlanma peşine düşmüşlerdir.
Dönem olarak çizdiğim bu değişmez çerçevelerin içine Julian Sorel bir insan olarak pek çok kısımdan dahil olmaya çalışıyor: Napolyon’a olan hayranlığı ve askerliğe, bulunduğu sosyal sınıftan çıkış kapısı olarak tutunduğu kliseye, hala ortadan kalkmayıp bir anlam ifade etmeye çalışan soylulara ve tüm bu karmaşanın içinde ihtiraslı aşklara tutunmaya çalışıyor Sorel.
Yaşadığı toprakların aşamalı, geçirgen olmayan sınıf değerlerini benimseyemediğinden ait olma sorunu yaşıyor. Devrimle ulaşılan sınıfsız toplum fikirlerinden haberdar; ancak koşullar henüz devrim söylemlerindeki gibi değil. Soylulara ve değerlerine, aynı onlar gibi akıllarından bir an olsun çıkarmadıkları soyluluk gururuyla cevap veriyor. İşte Sorel’in soylular tarafından dikkat çekmesinin ve klise büyüklerince tehlikeli görülmesinin sebebi bu: Ona yaraşır olmayan gururu, kibri. Julian’ın beyninde bitmeden süren bu değerler mücadelesi, aşklarını da savaş alanına çeviriyor. Aşklarını, başta kendisinin de bir insan olduğunu unutarak, hedef belirler gibi seçiyor. Hedeflerini aslında hiç erişemeyeceği şeylerden, mevkilerden, kadınlardan seçiyor. Hiçbiri basit geçmeyen bu duygusal savaşımlar, sonunda ulaşılamayana duyulan aşka dönüşüyor.
Julian’ın çok ihtiraslı yapısının nedenleri işte bu yukarıda saydığım nedenlerdir. En önemlisi de çökmekte olan aristokrasinin varlığıdır. Sınıf mücadelesi Sorel’in ruhunu toplumda var olan sınıf sayısı kadar böler. Gurur, mevki mücadelesi, riyakarlık ve arzular…
Stendhal’ın anlattığı bu hikaye insanı hiç yormaz. Bu karmaşık yapının kurgusu çok iyi örülmüş. Kitaptaki Julian karakteri gibi sık sık ruhsal değişimler içine giren karakterler bile net bir şekilde ortaya konmuştur. Bir psikolojik değerlendirmeler bütünü olarak da düşünebiliriz bu kitabı. Hem dönem hem karakterler bir düğüm gibiyken yazar çorap söküğü gibi tüm verileri önünüze koyar ve şaşırırsınız, çünkü anlarsınız. İnsan arzularının sebeplerini anlamak o kadar kolay değildir. Bir sürü şeyi istediğimizi söyleriz de neden istediğimize dair cevap bulmak çok zordur. Gerçekten kendimiz olabilerek mi içimizde bir istek vardır? Yoksa bu isteğin bir tetikleyicisi var mıdır? Bizi o şeye doğru yönelten. Kırmızı ve Siyah bu anlamda birçok cevap bulmamızı sağlar. Julian Sorel’i isteklerine sürükleyen ihtiraslı yapısında bir tetikçi vardır ki karakterinde o kişiden izler görmek dikkatli okur için pek mümkün. Sorel için bu kişi Napolyon’dur. Askerdir, fetheder; mevki sahibidir, soyluları sayar, fakat aynı mevki onlarla mücadele etmesini de gerektirmektedir. Bir Napolyon edası taşıyan Sorel onun talihine sahip olamasa da kendi çevresinde yeterince ünlü olmuş ve Napolyon’un talihsizliğini paylaşmıştır. Ölüm cezasına mahkum edilmiştir. Bahsettiğim arzuların oluşumu sorunsalı, tüm kitap boyunca saydığım diğer önemli karakterler aracılığıyla da gösterilmeye çalışılmıştır. Bu kitabı okurken en çok sorguladığım ve kendi kendime cevap aradığım konu da bu oldu. Kitap bitti, ancak sorgulama kitap karakterlerinden kendime yönelince… Çok güzel bir eserdi, iyi okumalar dilerim.
E-Kitap - E-book :kitap özetleri, kitap özeti, yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, biyografiler, kitap oku, bedava kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
kitap özeti, kitap,yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, kitap oku, bedava kitap