Translate

İzleyiciler

17 Ocak 2012 Salı

Joanna Russ - Dişi Adam

 Bilimkurgunun Estetiğine Doğru

Yazan: Joanna Russ
Çeviren: Elif Çopuroğlu -Bilimkurgu, edebiyat mıdır?
-Evet.
-Öyleyse yerleşik edebiyat ölçütleriyle değerlendirilebilir mi?
-Hayır.
Böylesi bir iddia, yalnızca gerekçe değil, detaylı bir açıklama da gerektirir. Yazılı bilimkurgu, elbette ki, edebiyattır, oysa kendine diğer medyaları (film, tiyatro, hatta belki de resim ve heykel) seçen bilimkurgu kelimeler dünyasına uygulanandan başka ölçütlerle değerlendirilmelidir (1). Bilimkurguya edebiyat olarak ve öncelikle de nesir kurgu olarak odaklanan bu denemenin amacı, eleştirmenlerin geleneksel edebiyat eleştirisini bilimkurguya uygulamaya çalıştıklarında karşılaştıkları sınırlamaların bir kısmına işaret etmek. Özetle, son yıllarda akademinin bilimkurguyla ilgilenmeye başlaması ciddi zorlukları beraberinde getirdi. Akademik eleştirmenlerin bu türe yönelik alışıldık (ve temelsiz) bir hor görüyle kuşatılmaları bir yana, bu eleştirmenlerin ellerindeki araçlar da ne kadar bilenmiş olursa olsun, realist ya da doğalcı olan yirminci yüzyıl kurgusuyla arasındaki yüzeysel benzerliğe karşın edebiyat sanatından temelde çok farklı olan bu yapıt grubuna uygulanabilir değil.

McGill Üniversitesi’nden Darko Suvin (2), Polonyalı yazar ve eleştirmen Stanislav Lem’in (3) tür için koyduğu parametreler üzerine kurduğu bilimkurgu tipolojisiyle önemli kapılar araladı. Bilimkurgu yazarı ve kuramcısı Samuel Delany ise yakın zamanda kaleme aldığı ve büyük ölçüde tanım sorununa eğildiği denemesinde aynı konuları işledi. (4)
Bu üç eleştirmenin yapıtarında kendini gösteren çok önemli bir nokta şu: Bilimkurguya uygulanabilecek ‘akla yatkınlık’ ölçütleri yalnızca hayatın olduğu ya da yaşanageldiği haliyle gözlemlenmesinden değil, aynı zamanda, şaşmaz ve sistematik bir şekilde, bilimden alınmalıdır. Bu bağlamda ‘bilim’, matematikten (ki biçimsel olarak boştur) ‘sıkı’ bilimlere (fizik, astronomi, kimya) ve ‘hafif’ bilimlere (etoloji, psikoloji, sosyoloji) kadar, şu an için betimleyici ya da spekülatif aşamada olan bilimler de (örneğin tarih ya da politik kuram) dahil olmak üzere bütün disiplinleri kapsamalıdır.
Bilimkurgu fantazi değildir; çünkü fantazi, akla yatkınlık ölçütlerini bilimden değil, hayatın, ve belki bu durumda içsel hayatın, olduğu haliyle gözlemlenmesinden alır. Bilimsel olasılıklarda yapılan hatalar bilimkurguyu fantaziye dönüştürmez. Yalnızca hatadır bunlar. Bilimsel kuramın geçerliliğini yitirmesi de dünün bilimkurgusunu fantezi yapmaz (5). Hatalardan arınmış bir bilimkurgu, on dokuzuncu yüzyılın ‘objektif’ ve realist roman ideali kadar imkansız bir başarı idealidir. Ancak iki durum da yazarın denemekten vazgeçmesini haklı çıkarmaz; ne de olsa idealler ulaşılamasın diye vardır. Ama Tanrı kadar çok bilmedikçe, bu her iki türdeki eserler de kusursuz bir şekilde yazılamaz..
Profesör Suvin 1968’de Modern Dil Birliği’nin yıllık toplantısında bilimkurgunun estetiğine dair hem bizi hem kendisini hazırlıksız yakalayan ve bence son derece zihin açıcı bir yorumda bulundu. “Bilimkurgu,” demişti Suvin, “Ortaçağ’ı andırır”. Profesör Suvin o sırada bilimkurgunun doğası ile, “yazarın etrafındaki empirik olarak doğrulanabilir niteliklerin (6)” “sıfır dünyası” dediği şey arasındaki bilişsel ilişkiye odaklandığından, bilimkurgu ve Ortaçağ arasında yakaladığı benzerliğin üzerinde durmadı. Bana sorarsanız, Ortaçağ çağrışımı, özellikle de bambaşka türden bir edebiyattan yola çıkarak geliştirilen eleştiri araçlarının bilimkurguya uygulandığında çoğu kez neden işe yaramadığına dair kayda değer bir kavrayış sunuyor. Ben de şunu öneriyorum:
Bilimkurgu, Ortaçağ edebiyatı gibi, didaktiktir.
Doğalcı ya da diğer modern kurgu türleriyle arasındaki yüzeysel farklara rağmen, bilimkurgunun kahramanları daima kolektiftir; (bireyler örnek kabilinden ya da temsilî karakterler olarak yapıtlarda yer alsa da) kahramanlar asla bireysel kişiler değildir.
Bilimkurgu her zaman olguyu vurgular; öyle ki eleştirmenler ‘bir kahraman olarak düşünce’ gibi kalıpları sıklıkla kullanabiliyor.
Bilimkurgu yalnızca didaktik değildir; çoğu kez huşu ve tapınmayı içeren ‘dindar’ bir ton, Damon Knight’ın meşhur deyişiyle ‘keramet hissi’ (7) de taşır. Bunu kanıtlamak için son zamanların bilimkurgu romanlarındaki Mesihler’e nüfus sayımı yapsak yeridir. Olaf Stapledon’un İlk ve Son İnsanlar (Last and First Men), James Blish’in Yüzey Gerilimi (Surface Tension), Isaac Asimov’un Sular Karardığında (Nightfall) ve Son Soru (The Last Question), Arthur C. Clarke’ın Tanrı’nın Dokuz Milyar Adı gibi yapıtlarında, kozmik bir huşu hissi yakalamak adına yapılan ani zamansal ya da mekansal ölçek değişimleri de bu keramet havasını yaratmaya yarıyor. Clarke’ın Çocukluğun Sonu (Childhood’s End) kitabının ve Philip José Farmer’ın Yelkenleri Açın! Yelkenleri Açın! (Sail On! Sail On!) öyküsünün sonunda dikkatimizi çeken ton değişimleri de aynı amaca hizmet ediyor. (2001 filmiyse konuya başka bir örnek.)
Genellikle insan karakterleri harcama pahasına da olsa olgunun vurgulanmasını örneklemeye gerek yok, ne de olsa türe aşina olan herkes bunun farkında. Korkunç ağızlı amansız kahramanların fink attığı ‘ucuz’ bilimkurgularda bile insan kahraman, ‘herkes’ değilse de, ‘süper-herkes’in şişirilmiş bir versiyonudur. Bilimkurgunun didaktik olduğu da su götürmez. Bilimkurgu yazarlarının, fiziği, on üçüncü yüzyıl hukuk felsefesini, ışınlanmanın mekaniğini, patent yasasını, dört boyutlu geometriyi ve tartışma konusu olan başka ne varsa onu açıklamaktan aldıkları zevk, bozulup da bilimkurgu yamalı macera öykülerine dönüşmemiş her kitapta ayan beyan ortadadır (8). Bilimkurgu teolojinin de en sevdiği parçasından nasiplenmiştir. Çağdaş psikoanalizci yazarların Oedipus kompleksini en az bir kez anmadan hiçbir şey yazamamaları gibi, bilimkurgu yazarları da ışık hızıyla yolculuğun sonucu olan zaman genleşmesine takılmaya bayılıyor. Analoji kuracak olursak, Ortaçağ Hristiyanlığı didaktik Ortaçağ kurgusu için neyse, bilim de bilimkurgu için o.
Çağdaş edebiyat eleştirisi (ki bu eleştiri böylesi bir tür için geliştirilmemiştir) alenen, kasten ve düpedüz ‘didaktik’ bir kurgu türünü ele almak için ideal araç değil. (Modern eleştiri, Profesör Suvin’in bilimkurgunun ataları arasında saydığı on sekizinci yüzyıl felsefi öyküleriyle (contes philosophiques) de aynı sorunu yaşıyora benziyor.) Kuşkusuz, didaktik edebiyatı çözümlemek için, öncelikle didaktizmin özünün hangi inanç ya da fikir sisteminin üstüne kurulduğunu bilmek gerekir. Modern bilimi anlamadan bilimkurguyu anlamaya kalkışan bir modern eleştirmen, Ortaçağ Katolikliğine dair en ufak bir fikri olmadan Piers Plowman’i okumaya kalkışan bir Ortaçağ uzmanına benzer. (Yahut, belki de, Marxist ekonomi analizine dair belli belirsiz ve temelsiz bir şüpheden başka bilgisi olmayan bir modern eleştirmenin Bertolt Brecht’i anlamaya çalışmasına.)
Saygın bir eleştirmen (kim daha iyi bilebilir ki bu devirde?), Kurt Vonnegut’ın bir romanı üzerine yaptığımız bir tartışmada şunu sormuştu bana, “İyi de iş bilime gelince, siz uydurmuyor musunuz bunları?” Yanıt, “tabii ki, hayır”. Bilimkurgu, bilinenleri karşısına almaz. ‘Uydurmak’ yalnızca hiçbir şeyin bilinmediği ya da bilinenlerin şüpheli olduğu alanlarda mübahtır. (O durumda bile uydurma sistematik, akla yatkın, son derece mantıklı olmalı ve doğru olduğu varsayılan şeyleri karşısına almamalıdır.)
Elbette ki, didaktik kurgu insanlara daima yeni birşey söylemez; hatta sıklıkla zaten bildikleri şeyleri söyler ve bu yeniden söyleme edimi saygın bir rituel halini alır, katılan herkese de epey haz verir. (Ortaçağ Hristiyanlığı’nda erişilen durumun aksine) çoğu okur bu durumu ne gerekli ne de cazip görse de, bilimkurgunun da böyle bir yanı var. Bir bilinenlerin sınırında dolaşan bilimkurgu vardır, bir de bilinenleri görmezden gelen bilimkurgu. Bu ikinciye kötü bilimkurgu diyoruz (9).
Kişisel yazgıları, dünyevi meseleleri ele alan, neyin nasıl olabileceğinin değil de neyin nasıl olduğunun temsili olan Ortaçağ sonrası edebiyatını irdelemek için geliştirilen bir eleştiri biçimi, bilimkurguya nasıl ışık tutsun?
Bilimkurgu, sanayi öncesi, Rönesans öncesi, laiklik öncesi ve bireycilik öncesi kültürün yaklaşım ve çıkarlarının tekinsiz bir yankısını sunar. Ortaçağ uzmanlarının bilimkurgudan rahatlıkla ve içtenlikle hoşlanmaları, çoğunlukla da bağlanmaları, bilimkurgunun didaktizminden rahatsız olmamaları, sonraki edebi dönemlerin öğrencilerine kıyasla bu edebiyattan çok daha fazla tat aldıkları tecrübemle sabittir (10). Aslına bakarsanız aynı şey şehir planlamacıları, mimarlar, arkeolojistler, rock müzisyenleri, antropolojistler, hatta, İngiliz Edebiyatı profesörleri hariç, neredeyse herkes için geçerli.
Bilimkurgunun ‘teolojisinden’, yani bilimden haberdar olmadan, onu takdir etmeden, belli bilimkurgu yapıtlarına ne tür bir eleştiri yöneltilebilinir ki?
Eleştirmenlerin Batı kültürünün yinelenen ve önemli izleklerine dair bilgi birikimleri, bir bilimkurgu öyküsünün asli öğelerini yanlış anlamalarına yol açabiliyor. Örneğin, sırf eleştirmen onlara daha çok aşina olduğu için, imgelemdeki tanıdık izlek ve modeller üzerinde, yapıtın gerektirdiğinden çok daha fazla durulabiliyor. Yahut belli bir materyalin simgesel önemi, o materyalin bilimkurgunun doğduğu kültürel gelenekteki (ki bu gelenek ağırlıklı olarak bilimsel gelenektir, edebi değil) önemi eleştirmenin malumu olmadığı için, yanlış okunabiliyor. Kimi zaman da materyal, eleştirmenin bilişsel dünyasında kendine bir karşılık bulamadığı için yok sayılıyor.
Örneğin, H. G. Wells’in 8000. yüzyıla yapılan bir yolculuğu konu alan enfes romanı Zaman Makinesi akla direk Cennet’i getiren bir dünya sunuyor bize: ılık gün ışığının, kendiliğinden yetişen güzelim çiçeklerin, doğal bir masumiyetin süslediği ‘ayrık otsuz bir bahçe.’ Öyle ki, Wells’in Zaman Yolcusu bu bahçenin mutlu sakinlerine ‘Eloi’ adını takmıştır (İbranice ‘Elohim’den geliyor.) Bu detayların göndermeleri gün gibi ortada. Zaman Yolcusu’nun yer altında keşfettiği karşıt dünyanın ne olduğu da belli: lanetli yaratıkların mesken tuttuğu, karanlık, cehennemsi bir dünya. Yine de eleştirmen bundan gereğinden fazla şey çıkarabilir. Örneğin Bernard Bergonzi (yaklaşımının yalnızca ona özgü olduğundan epey şüpheliyim) Wells’in cennet/cehennem imgelemine gereğinden çok ağırlık veriyor (11). Zaman Makinesi’nin pastoral geleceğinin Batı edebiyatı geleneğindeki çok sayıda önemli materyalin habercisi olduğuna şüphe yok, ama bu fazlasıyla dikkat çekici cennetsi-pastoral/cehennemsi imgelem kümelerinin Wells’in Sosyal Darwinizminin ‘gizli’ anlamı olduğunu düşünmek hata olur. Çünkü durum tam tersi; aslında Eloi ve Morlocks dünyaları, akıl dışı evrimin, materyal determinizminin insafsızlığının, bütün bu fiziksel sürecin trajik saçmalığının bir örneği olan Sosyal Darwinizmin hizmetinde. Wells’in öyküsündeki asıl merkez, uğurlu düşüş doktrininin ironik bir şekilde tersine çevrilmesi bile değil (Wells’in Zaman Makinesi’ndeki görüşlerine göre evrim, kaçınılmaz olarak, uğursuz yükseliş denebilecek şeyi üretir –zekanın, aklın üretimi önünde sonuna aklı yok edendir). Öyküde resmedilen insanın ters evrimi, kitabın asıl merkezinin ve Wells’in vizyonunun asli ısdırabınının ortasında duran demir fizik yasasının bir örneği olmakla kalır. Wells’in vizyonunun kolaylıkla gözden kaçabilmesinin nedeni, onun anlaşılması güç, dolaylı ya da saklı olması değil, Zaman Yolcusu’nun evrime dair fikirlerinde ve özellikle ‘Öteki Vizyon’ başlıklı bölümde açıktan açığa ve ısrarla savunulmuş olmasıdır. Eric Bentley’nin belirttiği gibi, “açıklık, didaktizmin ilk şartıdır.” (12) Didaktik sanat, tabiri caizse, anlamını yakasında taşır. Zaman Makinesi, kayıp Cennet’i anlatmaz; büyük bir tutkuyla ve fecaatle Termodinamiğin Üç Yasası’nı anlatır, özellikle de ikinci yasayı. ‘Öteki Vizyon’da güneşin zamanla soğuması evrenin ısıl ölümünün habercisidir. Aslına bakarsanız, roman bir dizi ölümden ibaret: bireysel ölüm meselesi (Weena’nın varsayılan ölümü ve Zaman Yolcusu’nun Morlocklardan aldığı tehdit) epey fena; Yeşil Porselen Sarayı adlı terk edilmiş müzedeki ‘çürüyen kâğıt çölü’yse belki daha da berbat; insanlığın kuşaklar sonraki torunlarının (kanguruya benzeyen hayvanlar) akıllarını büsbütün yitirişi de tek kelimeyle korkunç; ama her şeyin mutlak bir şekilde ölüşü, bütün evrenin fiziksel bozunması, evrenin doğasına dair daha önceki görüşlerin, bırakın kanıtlamayı, kavramakta bile fazlasıyla zorluk çekeceği bir Gotterdämmerung’tur [Tanrı’nın Gazabı –e.n.]. Zaman Yolcusu’nun “o uzak ve dehşetli alaca karanlığı” geride bırakırken söylediği gibi, “Sizi bu soğukta buraya getirdiğim için üzgünüm.”
Bir eleştirmen Zaman Makinesi’nin arkasındaki bilgi birikimini görebiliyorsa bile, bu bilginin gerçek ve önemli olduğuna bütün kalbiyle inanmıyorsa bilimkurgadan uzak dursa iyi eder. Bilimin bulgularının acayip, hayal ürünü ve gündelik hayattan kopuk olduğunu düşünen kişilerin, bilimi ve gerçekliğe yönelik bilimsel bakış açısını göz ardı eden kurgudan gayet güzel anlasalar da, bilimkurguyla ve aynı sebeplerden ötürü bilimle işi olmaz.
Örneğin, Ursula Le Guin’in Efendiler (The Masters) adlı kısa öyküsünün duygusal merkezinde on ikilik sayı sisteminin yeniden keşfedilişi durur. Bu öyküyü hakkıyla eleştirmek için şu üç şey bilinmelidir: Arapların sıfırı icadı, bu icadın matematik (dolayısıyla bilimler) açısından muazzam önemi ve her tabanda sayı sayılabileceği gerçeği. İşin aslı, 12 tabanlı on ikilik sayı sistemi, kullandığımız 10 tabanlı sayı sisteminden kat kat üstündür.
Bilimkurgunun yanlış anlaşılma biçimlerine üçüncü bir örnek olarak Hal Clement’in romanı Kritik Olana Yakın (Close to Critical) verilebilir. Öykü Jüpiter’e çok benzeyen bir gezegende yaşayan uzaylıları anlatır. Ne yazık ki adını unuttuğum bir eleştirmen, buna benzer bir materyali (öykü Milton Rothman’in Ağır Gezegen’iydi (Heavy Planet) yanılmıyorsam) psikonörotik (bastırılmış çocukluk dönemi korkularının yansıması) olarak nitelemişti. Şüphesiz Jüpiter ya da Jüpiter’e benzeyen bir yerin manzarası son derece acayip olurdu. Clement’in yarattığı dünya da bizimkinden 3000 kat yoğun atmosferi, bizimkinden üç kat fazla yerçekimi kuvveti, mutlak karanlığı, kozalak biçimli sakinleri, gece yoğunlaşıp ertesi sabah buharlaşan otuz metre çapındaki ‘yağmur damlalarıyla’, bilim cahili eleştirmenimizce grotesk maraziliklerden öteye gitmez. Bu açıdan bakılırsa Close to Critical başlı başına bir karabasandır. Ama bu sonuca varmak, kanıtları görmezden gelmektir. Clement’in gaz devi* ne karabasandır, ne de grotesk, tamamıyla doğrudur. Aslına bakarsanız Clement en ölçülü bilimkurgu yazarlarından biridir ve yarattığı karakterler her zaman rasyonel, insancıl ve gayet sevimlidir. Romanı okuduğunuzda üzerinizde bıraktığı etkiyse karabasan hissinin aksine, içinizi ısıtan bir aşinalıktır. Jüpitervari dünya, gerçek bir dünyadır. Bu anlaşılmalı ve takdir edilmeli. Sakinleri için o dünya, bizimkinden ne daha iyi ne de daha kötüdür. Son olarak, güzeldir: tıpkı bizim Dünyamızın güzel oluşu gibi ve aynı nedenlerle. Close to Critical, Knight’ın ‘keramet hissi’ dediği hissi uyandırır; çünkü gerçekten de olası bir yeri anlatır, hatta evrene dair bildiklerimize bakarsak çok olası bir yeri. Anlatının geçtiği mekan ve zaman kitabı şık, hem de matematiksel bir açıdan şık, yani estetik olarak doyurucu yapan şeydir. Clement’in yapıtında bir grotesklik varsa o da (şahane bir şekilde işlenen) kahraman-olarak-düşünce ve insan kahramanlar arasındaki ayrımın neden olduğu gerilim. İnsan kahramanlar ne ilginçler, ne mümkün, ne de gerekli; kitaptaki varlıklarını I. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan bilimkurgusunu doğuran Amerikan pulp (ucuz roman) geleneğine borçlu olduklarına şüphe yok. Kitap ciddi bir biçim karmaşından musdarip.
Bilimkurgu, tıpkı Ortaçağ resmi gibi, akla hitap eder, göze değil. Bizzat deneyimleyerek doğru olduğunu bildiğimiz şeylerin temsili değil sunulan; daha ziyade, doğru olduğunu başka yollardan bildiğimiz şeyler koyuluyor önümüze. Yani bilimkurgu üzerinden konuşacak olursak en azından mümkün olduğunu bildiğimiz şeyler. Dolayısıyla bilimkurgu yazarı Jüpiter’i, Ortaçağ ressamının Cennet’i tasvir ettiği kolaylıkla tasvir edebilir; ikisi de bu yerlere gitmemiştir, ama önemli olan bu değil. Diğer modern kurgu türlerinden bilimkurguya dönmek, bütün o et manzaraları ve perspektif kısaltımlarıyla Rönesans resminden, fikirleri resmeden ressamların açıklık ve aydınlığına dönmek gibi tuhaftır. Bilimkurgu, bu nedenle, Ortaçağ sanatı gibi, aşkın olayları işleyebilir. Bilimkurgunun keramete, huşuya, dini ve dinselliği çağrıştıran şeylere eğilimi bundandır.
Bilimin gerçekten önemli olan meselelerle alakasız, insani değerlere ters olduğunu düşünenlerin bilimkurguya ilgi duymasını beklemek abestir. Bilimkurgu, Ortaçağ uzmanlarının materyallerinin üzerinde çalıştıkları (tabii bu sadece bir tahmin konusu) yöntemlerle, yani edebi formda kabul edemeyecekleri bir inanç sistemine karşılıklar bularak çalışılamaz. Ortaçağ Katolikliğine Ortaçağ edebiyatından kopukmuş gibi yaklaşmak kötü akademisyenliktir; bir başkasının saçma ama enteresan batıl inançlarıymış gibi yaklaşmaksa edebiyata vurulabilecek ağır bir darbe. Ama Termodinamiğin İkinci Yasası’na ya da genetiğin karmaşıklığına yahut belli bir bilimkurgu öyküsü neyi işliyorsa ona bilimsel olmayan karşılıklar bulmak da imkânsız. Bilim, buna izin vermeyecek kadar büyük bir yer kaplıyor hayatlarımızda. Hepimiz, ister istemez, modern bilime inanıyormuş gibi yaşamak zorundayız. Dahası, bilimin neler için doğru olduğunu belirleyen yöntemler de bizzat bilimin kapsamındadır. Bu, metaforik, metafiziksel ya da duygusal anlamda bir ‘doğru’ değil; yalın, açık ve fiziksel bir biçimde, kelimenin gerçek anlamıyla bir ‘doğru’dur.
Eğer bir eleştirmen, bilimsel gerçeğin hayal ürünü olduğuna ya da (eleştirmenin) işiyle ilgisi olmadığına inanıyorsa, bilimkurgu onun için, ‘insanlık durumu’ (ki bu durumun evrene ilişkin bilimsel gerçeklerden farklı ya da bu gerçeklerle alakasız olduğu farz ediliyor) için kullanılan fazlasıyla acayip metaforlar yığını olmaktan ileri gidemez. Bir sanatçı neden böylesine tuhaf ve tamamıyla edebiyat dışı bir kaynaktan metaforlar almalı? Hem de bilimkurgu dışındaki edebiyat geleneğinde insanlık durumuna dair çok daha zekice ve anlaşılabilir anlatımlar halihazırda varken? Acaba bilimkurgu yazarları eni konu kaçık mı? Belki de sapık? Ya da katır gibi inatçı? C. P. Snow iki kültür arasındaki bu ayrılık konusunda ne derdi, tahmin etmek zor değil.
Bilimkurgu iki kültür arasındaki köprüdür, diyebilirdi. İnançlarını, konusunu, düşünceleri toparlayan o harika metaforlarını ve elbette yaklaşımlarını, sanayi devriminden önce, yani bilim hem özerk bir edim hem de bir bakış açısı olmadan önce var olması mümkün olmayan bir kültürden alır. Sözün kısası, bilimkurgu geleneksel Batı edebiyatı kültüründen doğmamıştır; geleneksel Batı edebiyatı eleştirmenlerinin bilimkurguyu edebiyat beşiğinde bir başkasıyla karıştırılan bir bebek gibi görmek için yeterli sebepleri var.
Belki de bilimkurgu bir anlayış (ve kültür) değişiminin, üstelik Rönesans dönemindeki değişim kadar kökten bir değişimin belirtisidir. Sağladığı ultra-Amerikan, bireyci rahatlamaya karşın, (kökeni ve etkileri açısından büyük ölçüde Amerikan olan (13)) bilimkurgu kolektif, didaktik, materyalist ve paradoksal bir biçimde, çoğunlukla ve yoğunlukla dini yahut mistiktir. Bu niteliklerin akla yalnızca Ortaçağı değil, günümüzün sanayi sonrası kültürünü de getirmesi mümkün. Didaktiğin estetiği üzerine kurulan incelikli ve modern anlatımların Brecht’in A Short Organum for the Theatre’ı (14) gibi yapıtlarda karşımıza çıkması tesadüf olmayabilir. Elbette ki, didaktik sanat illa da propaganda ya da politik solculuk anlamına gelmek zorunda değil. Ancak Samuel Delany’nin modern edebiyatın tutkuyu değil algıyı işlemesi gerektiği yönündeki ısrarı (15), Suvin’in bilimkurguyu ‘bilişsel yabancılaşma’ edebiyatı olarak tanımlayışı (16), George Bernard Shaw’ın didaktik sanat ısrarı, Brecht’in sanatı bir tür deney, bilimkurgu betimlerini ‘düşünce deneyleri’ olarak tanımlayışı (17) arasında benzerlikler var. Sanki edebiyat ve tiyatro sanatının, insan hayatı koşullarındaki ciddi bir değişimi ele almak için bir araç olarak, çözümleme ve öğretme görevlerini yerine getirmesi bekleniyormuş gibi.
Bilimkurgu, yapıtı merkezi ve karakteristik meselesi olarak gören tek modern edebiyat türü.
Bilimkurgu, bazı modern fantazilerin dışında (örneğin Charles Williams’ın romanları) dolaysız ve genellikle acemi bir şekilde, din olgusunu bir doktrin biçiminde değil, bir süreç (dini filizlendiren his ve deneyim zemini) olarak ele alan tek modern anlatı edebiyatı türü.
Birçok post-modern edebiyat yapıtı (Nabokov, Borges) gibi, bilimkurgu da çoğunlukla, kendine has bir tarzda ve kimi zaman da ısrarla, epistemolojiyi ele alır.
Bilimkurgunun günün birinde başat bir edebiyat formu olması ihtimal dahilinde değil. İster takdir edilsin ister eleştirilsin, birçok kişiye “olduğu haliyle hayat”, bilimkurgunun sunduğu “olabileceği haliyle hayat”tan daha ilginç geliyor. Dahası, “olabileceği haliyle hayat”, “olduğu haliyle hayat”ı anlamaya ve takdir etmeye bakıyor. Bilimkurgu, bir bakıma, “bilim olmayan kurguyu” içeriyor (ya da bakış açınıza bağlı olarak, “bilim olmayan kurguya” parazitlik yapıyor.)
Gelgelelim, bilimkurgunun her zaman son derece önemli olacağı bir nokta var. Bilimkurgu, gerçekliğe dair bilimsel birikim ile bilimsel yöntemi yaratıcı bir şekilde özümsemeye çabalayan tek modern edebiyattır. Üstelik bu yaptığını bilimin hayatlarımızda yaptığı yalnızca uygulamada kalan değişimlerden farklı olarak yapar. Bu değişimler önemli, kimi zaman da bunaltıcıdır ama tıpkı bir Londralı’nın 1665’teki Büyük Salgın’la kurduğu ilişki gibi (“Hayat sıkıntılarla dolu”) ya da bizim toplumsal örgütlenmedeki başarısızlıklarımızı tipik ele alışlarımız gibi (“İnsan kendine yabancılaşmıştır”) yaratıcı bir şekilde işlenebilirler. Bilimkurgu, temel varsayımlarını, bir şeyi ortaya çıkarmanın ya da ona dair bilgi edinmenin (bu bilgi pratikten ne kadar yoksun olursa olsun) kendi içinde iyi bir şey olduğu inancı üzerine kuran tek modern edebiyattır (belki polisiyeler bu noktada bir istisna olabilir). Bilimkurgu, içeriği itibariyle her zaman olmasa da (nostaljik ya da değişime şüpheyle bakan yaklaşımlara pek de az rastlamayız) varsayımları ve biçimi itibariyle, sanayi sonrası dünyaya verilen olumlu bir yanıttır.
Bilimkurgu eleştirisi alışık olduğumuz eleştirilere benzemeyebilir. Bilimkurgu, ister istemez, kesinliğin, titizliğin ve açık fikirlerin sistematik tutarlılığının son derece önemli olduğu bir estetiği işe koşar (18). Dolayısıyla metafizik, politika, felsefe, fizik, biyoloji, psikoloji, topoloji, matematik ve tarih gibi edebiyat dışı her türlü alana kaymaya imkân açar. Bir buçuk asırlık realizmden sonra böylesine alışık olduğumuz önplan ve arkaplan ilişkileri geçerli değildir artık. Aslında ters yüz edilebilirler. Bilimkurgu eleştirisi çapraşık, edebiyat dışı ya da düpedüz saçma gibi görünebilecek izlekler ve yapılar keşfedecek (Olaf’ın Son ve İlk İnsanları’ı (Last and First Men) gibi.) Duygusal açıdan nötr olarak niteleyegeldiğimiz izlekler duygu yüklenecek. Alışılagelmiş ‘insan’ meseleleri olmayacak; böylesi kahramanlar tanınmaz hale gelecek. Diğer kurgularda harikulade olan burada yalnızca kesinlikli ve yalın olacak; diğer kurgularda sıradan ve olağan olan şeyler burada şaşırtıcı, karmaşık ve olağanüstü olacak (örneğin, Tanrı’nın ölümüne dair imâlar burada önemsiz şakalar olacak, ama telefon santralı ve radyo istasyonları arasındaki farklarla ilgili metaforlar ısdırap verici olçüde trajik olacak. İlk bakışta insana dair görünen öyküler alttan alta topolojiyi anlatacak. Erotik öyküler kafatasıyla ilgili, kelimenin gerçek anlamıyla mekanik ve etkileyici olacak (19).)
Bilimkurgu, elbette ki, insana dairdir. Bilimkurguyu yazan da okuyan da insandır. Ama bilimkurgunun geldiği kültür, bu kültürün çağrıştırdığı deneyimler, yaklaşımlar, bilgi ve öğrenim, edebiyata uygun olduğunu düşünegeldiğimiz şeyler değildir. Bununla birlikte, bilimkurgu insan hayatına giderek daha da uygun hale geliyor. Profesör Suvin’e göre geçen yüzyıl, dünyanın önde gelen sanayi ülkelerinde bilimkurguya gösterilen rağbet kayda değer ölçüde arttı (20). Her koşulda, giderek daha çok bilimkurgu kitabı yazılacak, böylelikle bilimkurguyu açıklama ve bilimkurgu eleştirisi ihtiyacı giderek artacak.
Bu eleştiri kolay olmayacak. Modern bilimkurgu eleştirmeninin görevi, Shakespeare’in yapıtlarını elde yalnızca Elizabeth ve James döneminde yazılmış türlü türlü oyunla, Ben Johnson’ın birkaç yorumuyla, Richard Burbage’ın oraya buraya dağılmış methiyeleriyle, Rowe’un Othello yorumlarıyla, sadece Yunan ve Latin klasiklerinden devşirilmiş edebiyat ölçütleriyle incelemenin zorluğuyla karşılaştırılabilir.
Bilimkurgunun estetiğinin anahatlarını çıkarmaya yönelik ilk adımlar atıldı, özellikle Lem’in ve Suvin’in yapıtlarında; ancak alınacak daha çok yol var. Belki de ilk iş, önümüzdekinin yeni ve farklı bir edebiyat olduğunun farkına varmaktır. Alışıldık ölçüt ve yöntemlerin kullanılması üç şekilde sonuçlanabilir: bilimkurgunun edebiyattan sayılmaması, bilimkurgunun belli türlerinin tercih edilmesi (kısmen de olsa bildik yollarla anlaşılabildiği için) ya da metnin yanlış anlaşılması ve yanlış yorumlanması. İlk tepki, içlerinden en yaygın olanı gibi görünüyor. İkinci kategorideyse şöyle garip bir olgu var: bilimkurgu türünde deneyimsiz olan eleştirmenlerin bu türün ikiye ayrıldığını düşünmek kolaylarına gidiyor: on yedinci yüzyılın aya yolculukları ve distopyalar. Cesur Yeni Dünya’nın ve 1984’ün eleştirmenlerin dikkatini Shaw’ın son dönem oyunlarından ya da Stapledon’un yapıtlarından daha fazla çekmesinin nedeni de bu. Üçüncü kategorinin şu vakte kadar örneğine pek rastlanmadı; çünkü bilimkurgunun akademik açıdan masaya yatırılması pek sık rastlanan bir durum değil ama tür üzerine açılan ve sayısı giderek artan üniversite derslerine konuya uygun bir eleştiri eşlik etmezse üçüncü kategori de örneklerle dolabilir. Gelecekbilimciler, fizikçiler ve sosyologlar bilimkurguyu edebiyat dışı biçimlerde kullanabilirler ama onlar edebiyat eleştirmeni değiller. Eğer edebiyat eleştirmenleri bilimkurgu yapıtlarını yanlış anlar ya da yanlış yorumlarlarsa, eleştirileri hem okurların hem de (işlerini diğer her yazar gibi ciddiye alan) bilimkurgu yazarlarının hevesini kıracak, konunun kendisinin akademik önemini yerle bir edecek ve böylelikle, bütün edebiyat alemini yoksullaştıracaktır; çünkü bilimkurgu, bu alemin yeni ama hareketli ve giderek büyüyen bir alanıdır.
*: Gaz devi terimi, kayalar veya diğer katı materyaller yerine, büyük bölümü gazlardan (veya kütleçekimi sebebiyle sıvılaşmış gaz) oluşan gezegenler için kullanılır. Bizim güneş sistemimizde dört gaz devi vardır: Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün.

Notlar

1. “Environments” ve diğer benzeri çağdaş sanat örnekleri bilimkurguya yatkın. Örneğin, bu yazıyı kaleme aldığım şu günlerde, kurgusal Llhuros Medeniyeti’ni konu alan “arkeolojik” bir sergi semtimizdeki müzeye konuk oluyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, sergi bilimkurgu değil, fantazi sergisi, çünkü serginin yaratıcısı (Cornell Üniversitesi’nden Profesör Norman) bu düşsel ülkeyi ne bilindik ne gelecek ne de dünyadışı bir tarihe oturtuyor.
2. Bakınız “On the Poetics of the Science Fiction Genre,” College English 34(1972):372-82.
3. Örneğin, “On The Structural Analysis of Science Fiction,” SFS 1(1973):26-33.
4. “About Five Thousand One Hundred and Seventy-Five Words, Extrapolation 10(1969):52-66.
5. Yapacaksa bile zaman alır bu. Bilimsel kuramdaki önemli değişimler kurguda ciddi bir yeniden değerlendirme sürecine yol açabilir, ancak çoğu bilimkurgu yapıtı bunun olmasına yetecek kadar eski değil. George Bernard Shaw’a katılıyorum; didaktik edebiyat (en azından kısmen) zamanla eskir, ama bilimkurgu yapıtlarının büyük çoğunluğu, İskoç hükmüyle „kanıtlanmamış“ olgulara dayanır.
6. Suvin (Note 2), s. 377.
7. Damon Knight, In Search of Wonder (2. baskı, 1967). İfade, bütün metin boyunca geçiyor.
8. Zaman zaman deneme diyebileceğimiz yazılara da rastlıyoruz; örneğin Larry Niven’ın kaleme aldığı “The Theory and Practice of Teleportation,” Galaxy, Mart 1969
9. Bilimkurgu yazarı Theodore Stugeon’a atfedilen bir deyişe göre, herhangi bir şeyin yüzde doksanı kötüdür.
10. Şu sıralar SUNY Binghamton’ta Ortaçağ uzmanı olan bir lisans mezunu yaz okulunda bilimkurgu üzerine bir ders açıyor.
11. Bernard Bergonzi, The Early H.G. Wells (1961), s. 52ff
12. Eric Bentley, The Playwright as Thinker (New York 1967), s. 224.
13. Kingsley Amis, yirminci yüzyıl bilimkurgusunun büyük ölçüde Amerikan olgusu olduğunu vurgular: New Maps of Hell New York 1960), s.17 (ya da Ballantine Books baskısı, s.17)
14. Brecht on Theatre’dan, çev: John Willett (New York 1962), s.179-205
15. Modern Dil Birliği’nde (MLA) verdiği bilimkurgu konulu seminerden, Aralık 1968, New York
16. Suvin (Note 2), s. 372.
17. Bu deyiş öyle çok kullanılıyor ki, kime ait olduğunu bulmak mümkün değil.
18. Suvin Note 2, sayfa 381’de şöyle der: “Ekstrapolasyonun tutarlılığı, analojinin doğruluğu ve göndermenin genişliği böylesi bilişsel tartışmalarda estetik faktörlere dönüşebilir.. bilişsel –ve çoğu durumda tam anlamıyla bilimsel- bir öğe estetik niteliğin ölçüsü haline gelir.”
19. Sırayla, James Blish’in Black Easter’ı (bu kitabın Manikezim üzerine olduğunu düşünüyorum), Stapledon’un Last and First Men’i (Marslıların istilası), A. J. Deutsch’un “A Subway Named Moebius”u (antolojilerde sık sık çıkar karşımıza) ve George Zebrowski’nin “Starcrossed”u (Eros in Orbit’ten, ed. Joseph Elder, 1973)
20. Suvin (Note 2), s.372

Fantezi Dünyası - Fantastik Resimler - Fantastic Pictures * Orta Dünya,Bilimkurgu,Mitoloji ** Science Fiction - Middle-earth

E-Kitap - E-book :kitap özetleri, kitap özeti, yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, biyografiler, kitap oku, bedava kitap

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

kitap özeti, kitap,yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, kitap oku, bedava kitap