Bir tür film izliyormuş duygusuyla okuyoruz İstanbul
Kırmızısı’nı. Usulca içe işleyen, bu yönde tohumlar serpen, ancak
sinemacıya yakıştırılabilecek kesmelerle, sıçramalarla farklı yerlere,
bunların dayanak oluşturduğu öykülere ilmekler atan bir anlatımla yol
alıyor roman.
Sinemanın çekiminden romanın çevrintisine
Çok yönlülüğe dayalı toplumsal, bireysel bir yaşam kuramadığımız ortada.
En özgür, en özgün tutum, davranışla, işleyişle karşılaşılacağı
kestirilebilecek sanat alanında bile kopyacı bir kavrayış sergilemekten
kurtulamıyoruz. Sanatta benimsenerek öne çıkarılan bir okulun,
tutumun,
adın, yapıtın ardılı olmayı daha güvenilir bulduğumuzdan mı nedir,
gelişmiş algıya sahip verimleyici, alımlayıcı yansıtımı dışında
kitlesellik taşıyan sanatsal ilişkilenişlerde, bununla örtüşür
eylemlerle karşılaşmıyor muyuz hep?
Müzikten resme, tiyatrodan
sinemaya kitlesel akışlarda edebiyatseverlik, müzikseverlik,
tiyatroseverlik kendine ayrı ayrı yer açarken sanatseverlik olgusu
üzerinde gereğince durulmayışı da anlamlı değil mi?
Çoksesliliği başaramayışımızın pek çok nedeni sayılacaktır elbette,
ama alışılmışın vaat ettiği bir güvenilir limana sığınma güdüsünün de
bunda hatırı sayılır payı olsa gerek. Göreneğe uyularak sergilenen aynı
bir yaşama anlayışının giderek bize aynı anlayışta yeme içmeyi,
söyleşmeyi, evlenmeyi, eğitimi, beğeniyi, olumlamayı, tapınmayı vb.
dayattığı da görmezden gelinmemeli bu arada. Demek biz, bunları kültür
içi kılabilmiş değiliz. Toplumca sürekli tarhana bulgur okuyup
dinlememiz, izleyip seyretmemiz, paylaşmamız da bunu gösteriyor bir
bakıma.
Hep aynı türde roman tiryakisi okur veya sinema tutkunu izleyici
olmak yerine şöyle alçakgönüllü sanatsever olmayı sindirebilmek az şey
mi? Sözgelimi 33. İstanbul Film Festivalini karşılayan şu günlerde, bu
filmler yalnız sinemaseverlere mi sunuluyor? Film konusunda
televizyonların dar hendesesine bağlı kalan insanlar bunun ayırdında
olmayabilir, ama kimi romanlar, albümler, filmler vb. yüz binlerce
insana ulaşırken İstanbul’da böylesi bir sinema tansığının yaşandığının
ne ölçüde bilincindeyiz?
Öte yandan yazıncılar arasında sinemacılık yapanlar kadar
sinemacılarımız arasında yazına yönelik yapıt üreten de az değil. Bu
yılki festivalde Altın Lale Ulusal Yarışma Jüri Başkanlığını üstlenen
Derviş Zaim eski bir romancı örneğin. Ama tek romanda bıraktı sanıyorum
işi: Ares Harikalar Diyarında (1995). Var mı başka romanı, bilmiyorum.
Ama şimdilerde yazınsal üretimleriyle adlarından söz ettiren
sinemacıları konu alalım istiyorum biraz da…
Bu hafta yine Zaim gibi,
“şimdilik” ilk kitap olarak tek romanla bizi selamlayan, ileride belki
kendisinden yenilerini de okuyacağımız dünya sinemasının ünlü bir adı
Ferzan Özpetek’in, onun çiçeği burnunda yazarlık verimi ilk romanına
ayıralım istiyorum “Kitaplar Adası”nı: İstanbul Kırmızısı (İtalyancadan
çev.: Eren Cendey; Can, 2014)
FİLM SEYREDER GİBİ ROMAN OKUMAK…
Ne sinemacılar ilk kez roman yazıyor, ne de romancılar ilk kez film
çekiyor. Peki sinemacılar, filmlerinde birebir evren kuramadıkları, buna
ulaşamadıkları, böyle bir kuşku duydukları ya da yazıya döktüklerinde
bunu daha iyi yaratabileceklerini umdukları için mi, çocukluğu filmde
kurmanın ötesinde, bir kez de yazının büyüsüyle yaratmaya girişiyor
acaba bunu?
Bir sinemacıdan çıktığı belli, en azından yazarının sinemacılığına
şaşmadan bakılabilecek bir roman bana göre İstanbul Kırmızısı. Sıcak
anlatı yapısı, küçük iklimler yaratarak insanı halkalayıp kucaklaması,
tam anlamıyla kare mantığından kopamaması böylesi izlenim bırakıyor
insanda.
Çocukluğa, o günlerin yaşantı dilimleriyle çevresine,
dokusuna yönelik anımsayışlar, çağrışımlar, bir dizi iç düşünce akışı
güdümünde adeta peyzaj renkleriyle, içe dokunan müzikler eşliğinde
perdeden akarken, insanın yüreği de köpür köpür kabarıyor durmadan… Hani
çocukluğun uçsuz bucaksız evreninde gezinirken iki başlılık yaşar ya
insan; hem olabildiğine içindedir yaşamın, bütün soğukluğu, uzaklığına
karşın beri yandan da gerçek zamanın dışına bırakılmış atıktır, bunun
gibi.
Çocukluk, ilk gençlik yıllarını İstanbul’da geçiren, ama yaşamını
artık İtalya’da sürdüren ünlü bir sinemacı olan anlatıcı, İstanbul’a,
son bir darbe almak pahasına çocukluğun yıkım törenine gelmiştir sanki.
Çünkü söz konusu yılların yaşandığı Boğaz kıyısındaki yalı artık elden
çıkarılacaktır. Ne ki o, yine de bir iyimser son yaratmayı başaracaktır,
yaşadığı olumsuzluklara karşın…
Bu arada erkeksiz yuvanın
hareminde, bütün zamanlar boyunca kendisini kuşatan kadınların uç,
aykırı ama hem komik hem de alabildiğine dramatik, hüzünlü yaşamlarına
tanıklığa çağırır okuru. Yalı yıkım için gün sayarken harem dağılmıştır
belki, ne var ki sesler, görüntüler anlatıcının bellek sinemasında
duruyordur olduğu gibi.
Bütün bunlar son derece duygulu bir okuma ortamının oluşmasına yol
açıyor elbette… Hele, “[h]iç çözülmemiş gizemler, asla açıklanmamış aile
sırları” da (15) söz konusuysa… Yazar da, evin bu örtük yaşamından
perde aralayıp haremin gizlerine doğru çekerken durma bizi…
Geçmişe
bakarken anneyi, babayı, ötekileri yeniden kurup ortaya çıkarmayı dener
“yalnızlıktan hoşlanan”, “öykü hırsızı” (29) anlatıcı. Bütün kurmaları
adeta inceden inceye yaşayıp yerli yerine oturtur. Böylelikle
başkalarının öykülerine sızıp bunları çalmaya girişir bir bakıma.
İstanbul’a gelirken bir kadın yolcu da vardır aynı uçakta: Anna.
Elöyküsel anlatım eşliğinde o da eşiyle, yardımcılarıyla bir ölçüde iş
nedeniyle, ama asıl gezip görmek amacıyla İstanbul’a geliyordur. Üstelik
o da çocukluğuna dönük vurgunlar yemiştir, babasının “ihanet”ini (60)
yaşamıştır, yaralıdır anlatıcı gibi. İkisi arasında birbirinden kopuk
ama koşut kurguyla uçakta başlayan düzlemsel paydaşlık, romanın kimi
yerlerinde minik çakışmalarla dirsek yapıp sona ulaşırken karakterler
aracılığıyla evrensel acıların da burgacına dalarız. Bundan kurtulmanın
tek yolu bağlamında ise koşulsuz, sınırsız sevgi çıkar karşımızda.
Bir tür Ferzan Özpetek filmi izliyormuş duygusuyla okuyoruz İstanbul
Kırmızısı’nı. Usulca içe işleyen, bu yönde tohumlar serpen, ancak
sinemacıya yakıştırılabilecek kesmelerle, sıçramalarla farklı yerlere,
bunların dayanak oluşturduğu öykülere ilmekler atan bir anlatımla yol
alıyor roman. Gerçekten de Özpetek, romanı, filmin karelerini ekler gibi
küçük, işlevsel ayrıntılar, çağrışımlar, anımsayışlarla ilmekliyor
birbirine.
Ancak yazarın, kurgudan, kişilerden çok, içtenliği öne çıkarıp, okurun bu yönde etkilenmesini istediği seziliyor anlatısında.
“İSTANBUL KIRMIZISI”…
İstanbul’un “kırmızı”sı bir simge elbette. Çünkü bütün kırmızıları
birleştirerek bir İstanbul kırmızısı koyuyor ortaya yazar. Kan var
bunda, sonra Gezi direnişinin kırmızı giysili kadınından anne
kırmızısına uzanan, derken kentin lalelerini, haremin ağır havasıyla
cinselliğin sınırsızlığını, kültürlerarası kuşatıcılığı, özgürlüklere
açılmış aşkları da kuşanan bir kırmızı denebilir sonuçta… Üstü gökyüzü,
altı su İstanbul, artık biraz da kırmızıdır bu duruşuyla.
Nitekim
“aşk cinsiyet ayırmaz” anlatıcıya göre, “aşk seçer, işte o kadar.” (57)
“İmkânsız aşklar, yarım kalmış aşklar, var olabilecekken olmamış aşklar”
da (64) söz konusudur bu arada. Yazar, bu açıdan yurtsama gibi
“aşksama”yla da yüzleştirmeye girişiyor okuru. Yaşlanmış annenin
söyledikleri, anlatıcıyı da irkiltecektir: “Aşk ömürlüktür.” (74)
Bu çok açılı veya ikili yaklaşımların roman evreni içinde bütünüyle
örtüştüğü görülüyor aynı zamanda. Örnekse bir yanıyla sığınılıp şefkat
umulan ya da yadırganıp yabancılaşılan anne baba, çocukluk, aşk,
cinsellik, bunların yaşandığı kent hep bir şaşırtmaca sergiler bu
bakımdan. “Kendi(siy)le geçmişi(.) arasına mesafe koymayı yeğl(er)” (48)
zaten anlatıcı hep. Şöyle düşünür hatta; “bir anlığına hayatımın dışına
çıkıp bir yabancı gibi bakmak hoşuma gidiyor.” (128)
İkili yaklaşım, Anna ile anlatıcı arasındaki ilişkide de kendini
gösterir. Sözgelimi anılar, anımsayışlar, kentin eski dokusu, aile,
çocukluk vb. siyah beyaz karelerle hatta sözsüz aktarılırken günümüz
yaşamı ise, Anna aracılığıyla üstelik alabildiğine renkli bir Doğu
masalı halinde yansıtılıyor. Ayrıca anlatıcı yönetmen, kendi sinemasına
dönük ipucu verirken okura, şu ikilemeyi de vurgular bir biçimde:
“Temelde benim filmlerimde de yinelenen iki nota budur: yürek dağlayan
aşk ve hafiflik.” (92)
Romanın sonunda anlatıcı ile Anna bir başka Roma’da buluşmuş olur;
Doğu Roma: “olduğu gibi olan ama aynı zamanda olabilecek her şey olan
şehir. Söylenmemiş ve gerçekleşmemiş bütün olasılıkları barındıran
şehir.” (125)
FERZAN ÖZPETEK’TEN ROMAN OKURUNA GEÇENLER…
Soy bir sanatçı tutumuna sahip Ferzan Özpetek. Yapıtını dirsekleyip
kendini öne çıkarmaya çabalayan pek çok insandan ayrılıyor bu nedenle.
Çektiği filminin, yazdığı romanının mutluluğunu yudumlamakla yetinen,
bunu kendisine kâr sayan, gerçek sanatçılara yakıştırılabilecek yüce
gönüllü bir davranış bu…
Yalın anlatımıyla, kendisi de yapyalın bir roman İstanbul Kırmızısı.
Basitlik, sıradanlık biçiminde alınmamalı bu. Ancak yer yer doğrudan
anlatıma dayalı bölümlerin, anlatıcı sinemacı ağzından anıya ya da
denemeye çalan söylem havası yayması nedeniyle romandaki kurmacayı
zedeleyen bir yan taşıdığı söylenebilir. Özellikle “Sinema, Sinema”
başlıklı bölümde bu etki çokça duyuluyor bana göre. Sonra motosiklet
kazasında ilgi duyduğu bir erkeği yitirmenin hemen ardından Anna’nın,
tam anlamıyla tanımadığı, ancak sıcak tutumundan ötürü içinde ilgi
kıpırtılarının yeşerdiği bir sürücünün kullandığı motosikletin arkasında
yadırgamaksızın yolculuğa çıkabilmesi, gerçektenlik bağını zedeliyor
kanımca.
Bütün bunlara bakarak yeni bir yaşama açılmaya hazır olanların,
İstanbul Kırmızısı için de kollarını sıvaması gerekiyor… Hele sinemaya
ilgi duyanların özellikle okumasında yarar var Ferzan Özpetek’in
romanını. Geleceğini sinema üzerine kurmaya kararlı bir gencin özöyküsel
anlatısıyla gelişen roman evreni onları derinden kuşatacak çünkü.
O halde bu duru, sıcak romana bir yer açılabilir pekâlâ. Öyle ya,
sığlıklar içinde yüzdüğümüz, böyle yaparken de okyanuslar yaratmaya
çalıştığımız şu dünyada; en azından bir başlangıç yudumu, ılık bir nefes
yaratabiliriz kendimize İstanbul Kırmızısı’ndan… Laleler de durma göz
kırparken kızıl ışıltılarla çevremizde…
İstanbul Kırmızısı / Ferzan Özpetek / Can Yayınları / 144 s.
E-Kitap - E-book :kitap özetleri, kitap özeti, yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, biyografiler, kitap oku, bedava kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
kitap özeti, kitap,yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, kitap oku, bedava kitap