Seray Şahiner, şimdilerde yeni kitabı Antabus'la karşımızda. Bu
topraklardan, şiddetten, acımasızlıktan, çaresizlikten ve duyarsızlıktan
dem vuruyor kitap. Görüp geçtiğimiz, durup dinlemediğimiz, bakıp
görmediğimiz gerçeği bir kez daha gösteriyor. Şahiner'le kitabı üzerine
söyleşi.
'İnat oldukça umut hep var'
Seray Şahiner, şimdilerde yeni kitabı Antabus'la karşımızda.
Kitapta, bir yandan belki kendi evimizi görüyoruz, belki komşumuzu belki
de köşe başında her gün selamlaştığımız dışarda güleryüzlü evinde zalim
bakkal amcayı... Bu topraklardan, şiddetten, acımasızlıktan,
çaresizlikten ve duyarsızlıktan dem vuruyor kitap. Görüp geçtiğimiz,
durup dinlemediğimiz, bakıp görmediğimiz gerçeği bir kez daha
gösteriyor. “Geçmeyin” diyor, “geçip gitmeyin.” Herkesi kendi
cehennemini görmeye davet ediyor. Harekete geçmek ve direnmekse tek yol!
O yüzden Şahiner “Umut, direniş ve dayanışmada” diyor. Şahiner'le
kitabı üzerine söyleştik.
- Leyla karakteri üzerinden Türkiye toplumunu okuyoruz aslında
Antabus'ta. Mutlu görüneni, okumuşu-okumamışı, Anadolu'dan göçeni,
İstanbul'da büyümüşü, şiddet göreni, işçisi, patronu... Tüm bunların
ışığında, nasıl bir portre var karşımızda?
- Gücü elinde
bulunduranla ona maruz kalan arasındaki şiddet devam ediyor. Bu ev
içinde de geniş çerçevede devlet-vatandaş ilişkisinde de geçerli. Devlet
bir güç olarak zulmetmeyi seçtiği gibi kendisi de güçlüden yana. “Her
şeyi devletten beklememek lazım” sözü bizde meydanlara taşmamış
dayakların evde de yenmesi olarak zuhur
ediyor. İnsan babasını örnek
alıyor tabii, yazık ki güçlüler ya da güçlü olma iddiasındakiler devlet
babayı örnek alıyor. Patron işçisine, usta çırağına, polis vatandaşa,
kocası karısına zulmetmeye devam ediyor: Aile terbiyesi.
Zulmetmeyenlerin büyük bir kısmı, mezalimi gördüğünde müdahale etmek
yerine “vah vah” deyip geçiyor. Antabus’un kahramanı Leyla’nın hayatında
da genelde gaddarlar ve üzüldüğü şeyi değiştirmek için uğraşmayarak
kendi insanlığına da yazık eden insanlar var. Ne yazık ki bu kurgudan
ibaret değil, elimizi sallasak ya muktedire ya müsveddesine çarpıyor.
“TELEVİZYONUN ASIL KURBANLARI..."
- Bir kadın
hikâyesi bu. Ama aynı zamanda erkekleri de görüyoruz. Anlamak
istiyoruz, buna çalışıyoruz, anlayamıyoruz... Toplum baskısı erkeği
nasıl dönüştürüyor? Kavramlar, tanımlar nasıl anlam değiştiriyor onlar
için?
- Erkeklerin büyüme evreleri şöyle sıralanıyor: “Göster
pipini amcalara”, “Oğlumuz sünnet olup erkekliğe adım atıyor.” “Oğlum
milli oldu.” “Her Türk asker doğar.” “Erkek adam döver de sever de.”
“Erkek adamın erkek oğlu olur.” Bir insanın omzuna doğar doğmaz
cinsiyetten gelen bir üstünlük yüklenmesi büyük zulüm.
- Televizyon gerçeği de kendine yer buluyor kitapta.
“Bilgilendirme” işleviyle hem de. Peki şu soru düşüyor akla: Kitle
iletişim araçlarının kurbanları kimler oluyor günümüzde? En çok
yoksulları mı vuruyor?
- Televizyonun asıl kurbanı fakirler.
Çünkü televizyon izlemek bedava ve genelde serbest. Televizyon pek çok
kadının kocasından izin almadan nasipleneceği tek eğlence ve
“bilgilendirme” aracı. “Evde bir ses olsun diye açıyorum” denir, ev
içinde iletişim kuracak başkası olmayınca denize düşen televizyona
sarılıyor. Televizyon ya “ideal hayat” sunar ya bakıp halimize
şükredeceğimiz ibret tabloları… Ne ki televizyonda kimi filmlerin
başında gösterilen “korku ve şiddet içerir” logosu, onu izleyen evlerin
kapısına asılsa yeridir. Program cinsel öğeler içeriyorsa “+18” logosu
konuyor ama gerçek hayatta tecavüze uğrayan çocuklar tecavüzcüsüyle
evlensin diye yaşı büyütülüyor. Televizyondaki hesap hayattakine
uymuyor.
- Diğer yandan da Leyla, “İnsan kimse yokmuş gibi yaşamayı
öğreniyor” diyor. 1980 sonrası ortaya çıkan “iyiki”ler ve “keşke”ler
dünyasındaki yokluk algısı bir de insan yokluğu; yalnızlık olarak
çıkıyor karşımıza. Kimisi için yalnızlık iyiki oluyor kimisi için
keşke... Gittikçe şekil değiştirerek artıyor mu yalnızlığımız?
-
Oturduğu yerde başını dayayacak bir duvar yoksa, insan öne eğilip
başını kendi dizine dayar. Leyla'nın ve gerçek hayattaki şiddet mağduru
kadınların durumu da bu hesap. Leyla’nınki seçilmiş bir yalnızlık değil.
Dışardan ses gelmediği için o kendisi ve çocukları için tek başına
mücadele vermeyi sürdürüyor. Teknolojinin ve kapitalizmin bireye
getirdiğinden çok farklı, kuşaklardır süren bir yalnızlığı var onun.
Yalnızlığı seçmek bir lüks. Leyla bu lükse sahip değil. Dayanışma başka,
muhtaçlık başka şey, devletin şiddet mağdurları için işler bir koruma
mekanizması geliştirmeyip bu durumdakileri başkalarının insafına muhtaç
durumda bırakması büyük zulüm.
“TANIKLIK GÖREV YÜKLER”
- Siz tekstil sektöründe, konfeksiyonda da çalıştınız. Neler kattı size?
-
Konfeksiyon bana hiyerarşinin ne kadar pis bir şey olduğunu öğretti.
İşe en son giren en ağır işleri yapar. Son giren de genelde çocuk
yaştadır. Oradaki sınıfsal bir üstünlük değil. Ustayla çırağı arasında
100 lira maaş farkı var. İkisi de kirasını zor ödüyor ama ustanın bunun
acısını çıkaracak bir çırağı var. Güç ilişkilerinin yanı sıra özellikle
göçmenlerle ilgili çok kafa yormamı sağladı atölyeler. Çünkü
konfeksiyonculuk bir göçmen mesleği. Üç kitaptır göçmenleri veya o
kuşağın çocuklarını yazıyorum. Konu seçiminde değilse de karakter
seçiminde konfeksiyonda çalışmamın çok etkisi oldu.
- Hanımların Dikkatine'de overlok makinası ayağımıza gelmişti,
Antabus'ta overlokçu olmayı bir dönem hayal eden bir baş karakter var.
Bir şekilde yansıyor mu kaleminize bu? Diğer hikâyelerinizde ve
romanlarınızda yine görecek miyiz?
- Anam soğan, babam sarımsak;
ben ne yazsam kokar. Ailem konfeksiyoncuydu, atölyelerde ve atölyelerin
yoğun olduğu semtlerde büyüdüm. Tanıdığım hayatın katipliğini
yapıyorum. Sırf bu dünyaya aşina olmamla da alakalı değil. Hak gaspları,
iş cinayetleri, çocuk işçiler oldukça bu konular kâğıda yansımaya devam
edecek.
- Leyla'nın hikâyesi kimseye uzak değil. Leyla'nın dediği gibi
örneğin evliyken tecavüz tecavüz sayılmıyor. Karısını döven adama karşı
çıktığınızda, dönüp rahatlıkla karım o benim sorun yok deyip normalize
ediyor. Leyla yalnızca üçüncü sayfada da değil; yan sokakta, üst katta,
yemek yediğimiz lokantada... Bu açıdan bir yandan da bir farkındalığa,
hatta herkesi bu anlamda kendi cehennemine mi davet ediyorsunuz?
-
Hiç bilmediğimiz evlerde çok iyi bildiğimiz hikâyeler yaşanıyor
aslında. Yan evden gelen sesleri duymak için duvara bardak dayamak, yan
evden gelen seslere kulak tıkamanın yanında daha ahlaklı. Kitabı
yazarken derdim şiddet mağduru kadınların empati kurabileceği bir hikâye
anlatmak değildi. Onların sesini duyup “ah yazık” deyip geçeni rahatsız
etmekti. Şiddete alıştık. Önce “vah vah” deyip sonra “evlerden ırak”
diye tahtaya vuruyoruz, mevzu “her koyun kendi bacağından asılır”a
bağlanıyor. Sonra da “Kadınlar gününde karınıza pırlanta alın”
reklamları… Kadınlara kasap vitrinindeki kuzu muamelesi yapılıyor. Ya
üzülüp geçiyorlar ya “koruyalım” deyip söylemle eziyorlar. Oysa tanıklık
görev yükler. “Kadınları koruyalım” söyleminin de bir yerden sonrası
ötekileştirmeye varıyor. Koruma lafı üzerinden bile muktedirin
himayesiyle hayat şansı bulan bir acz üretiliyor. Dayanışma değil,
lütfetmeye dönüyor böyle olunca. Başımıza ne geliyorsa “koruyalım”
diyenlerden geliyor.
- Umut var mı hâlâ?
- İnat oldukça umut hep var. Hayatını, haklarını korumak için çıkış yolu aramaya devam edenler oldukça umut bâki kalacak.
- Siz umudunuzu nerede buluyorsunuz?
- Direniş ve
dayanışmada. Bu, ev için de sokak için de geçerli. Şiddete maruz kalanın
tek kurtuluşu kendisinden geçmiyor. İrade kullanamayacak hale
getirilmiş çok insan var. Şiddet ortamını doğuran sistemi değiştirmek
için toplumsal baskıyı arttırmamız gerekiyor.
Antabus/ Seray Şahiner/ Can Yayınları/ 108 s.
E-Kitap - E-book :kitap özetleri, kitap özeti, yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, biyografiler, kitap oku, bedava kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
kitap özeti, kitap,yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, kitap oku, bedava kitap