Translate

6 Haziran 2014 Cuma

Seray Şahiner'den “Antabus”

 Seray Şahiner, şimdilerde yeni kitabı Antabus'la karşımızda. Bu topraklardan, şiddetten, acımasızlıktan, çaresizlikten ve duyarsızlıktan dem vuruyor kitap. Görüp geçtiğimiz, durup dinlemediğimiz, bakıp görmediğimiz gerçeği bir kez daha gösteriyor. Şahiner'le kitabı üzerine söyleşi.

'İnat oldukça umut hep var'
Seray Şahiner, şimdilerde yeni kitabı Antabus'la karşımızda. Kitapta, bir yandan belki kendi evimizi görüyoruz, belki komşumuzu belki de köşe başında her gün selamlaştığımız dışarda güleryüzlü evinde zalim bakkal amcayı... Bu topraklardan, şiddetten, acımasızlıktan, çaresizlikten ve duyarsızlıktan dem vuruyor kitap. Görüp geçtiğimiz, durup dinlemediğimiz, bakıp görmediğimiz gerçeği bir kez daha gösteriyor. “Geçmeyin” diyor, “geçip gitmeyin.” Herkesi kendi cehennemini görmeye davet ediyor. Harekete geçmek ve direnmekse tek yol! O yüzden Şahiner “Umut, direniş ve dayanışmada” diyor. Şahiner'le kitabı üzerine söyleştik. 
- Leyla karakteri üzerinden Türkiye toplumunu okuyoruz aslında Antabus'ta. Mutlu görüneni, okumuşu-okumamışı, Anadolu'dan göçeni, İstanbul'da büyümüşü, şiddet göreni, işçisi, patronu... Tüm bunların ışığında, nasıl bir portre var karşımızda?
- Gücü elinde bulunduranla ona maruz kalan arasındaki şiddet devam ediyor. Bu ev içinde de geniş çerçevede devlet-vatandaş ilişkisinde de geçerli. Devlet bir güç olarak zulmetmeyi seçtiği gibi kendisi de güçlüden yana. “Her şeyi devletten beklememek lazım” sözü bizde meydanlara taşmamış dayakların evde de yenmesi olarak zuhur
ediyor. İnsan babasını örnek alıyor tabii, yazık ki güçlüler ya da güçlü olma iddiasındakiler devlet babayı örnek alıyor. Patron işçisine, usta çırağına, polis vatandaşa, kocası karısına zulmetmeye devam ediyor: Aile terbiyesi. Zulmetmeyenlerin büyük bir kısmı, mezalimi gördüğünde müdahale etmek yerine “vah vah” deyip geçiyor. Antabus’un kahramanı Leyla’nın hayatında da genelde gaddarlar ve üzüldüğü şeyi değiştirmek için uğraşmayarak kendi insanlığına da yazık eden insanlar var. Ne yazık ki bu kurgudan ibaret değil, elimizi sallasak ya muktedire ya müsveddesine çarpıyor.
“TELEVİZYONUN ASIL KURBANLARI..."
- Bir kadın hikâyesi bu. Ama aynı zamanda erkekleri de görüyoruz. Anlamak istiyoruz, buna çalışıyoruz, anlayamıyoruz... Toplum baskısı erkeği nasıl dönüştürüyor? Kavramlar, tanımlar nasıl anlam değiştiriyor onlar için?
- Erkeklerin büyüme evreleri şöyle sıralanıyor: “Göster pipini amcalara”, “Oğlumuz sünnet olup erkekliğe adım atıyor.” “Oğlum milli oldu.” “Her Türk asker doğar.” “Erkek adam döver de sever de.” “Erkek adamın erkek oğlu olur.” Bir insanın omzuna doğar doğmaz cinsiyetten gelen bir üstünlük yüklenmesi büyük zulüm.
- Televizyon gerçeği de kendine yer buluyor kitapta. “Bilgilendirme” işleviyle hem de. Peki şu soru düşüyor akla: Kitle iletişim araçlarının kurbanları kimler oluyor günümüzde? En çok yoksulları mı vuruyor?
- Televizyonun asıl kurbanı fakirler. Çünkü televizyon izlemek bedava ve genelde serbest. Televizyon pek çok kadının kocasından izin almadan nasipleneceği tek eğlence ve “bilgilendirme” aracı. “Evde bir ses olsun diye açıyorum” denir, ev içinde iletişim kuracak başkası olmayınca denize düşen televizyona sarılıyor. Televizyon ya “ideal hayat” sunar ya bakıp halimize şükredeceğimiz ibret tabloları… Ne ki televizyonda kimi filmlerin başında gösterilen “korku ve şiddet içerir” logosu, onu izleyen evlerin kapısına asılsa yeridir. Program cinsel öğeler içeriyorsa “+18” logosu konuyor ama gerçek hayatta tecavüze uğrayan çocuklar tecavüzcüsüyle evlensin diye yaşı büyütülüyor. Televizyondaki hesap hayattakine uymuyor.
- Diğer yandan da Leyla, “İnsan kimse yokmuş gibi yaşamayı öğreniyor” diyor. 1980 sonrası ortaya çıkan “iyiki”ler ve “keşke”ler dünyasındaki yokluk algısı bir de insan yokluğu; yalnızlık olarak çıkıyor karşımıza. Kimisi için yalnızlık iyiki oluyor kimisi için keşke... Gittikçe şekil değiştirerek artıyor mu yalnızlığımız?
- Oturduğu yerde başını dayayacak bir duvar yoksa, insan öne eğilip başını kendi dizine dayar. Leyla'nın ve gerçek hayattaki şiddet mağduru kadınların durumu da bu hesap. Leyla’nınki seçilmiş bir yalnızlık değil. Dışardan ses gelmediği için o kendisi ve çocukları için tek başına mücadele vermeyi sürdürüyor. Teknolojinin ve kapitalizmin bireye getirdiğinden çok farklı, kuşaklardır süren bir yalnızlığı var onun. Yalnızlığı seçmek bir lüks. Leyla bu lükse sahip değil. Dayanışma başka, muhtaçlık başka şey, devletin şiddet mağdurları için işler bir koruma mekanizması geliştirmeyip bu durumdakileri başkalarının insafına muhtaç durumda bırakması büyük zulüm.
 “TANIKLIK GÖREV YÜKLER”
- Siz tekstil sektöründe, konfeksiyonda da çalıştınız. Neler kattı size?
- Konfeksiyon bana hiyerarşinin ne kadar pis bir şey olduğunu öğretti. İşe en son giren en ağır işleri yapar. Son giren de genelde çocuk yaştadır. Oradaki sınıfsal bir üstünlük değil. Ustayla çırağı arasında 100 lira maaş farkı var. İkisi de kirasını zor ödüyor ama ustanın bunun acısını çıkaracak bir çırağı var. Güç ilişkilerinin yanı sıra özellikle göçmenlerle ilgili çok kafa yormamı sağladı atölyeler. Çünkü konfeksiyonculuk bir göçmen mesleği. Üç kitaptır göçmenleri veya o kuşağın çocuklarını yazıyorum. Konu seçiminde değilse de karakter seçiminde konfeksiyonda çalışmamın çok etkisi oldu.
- Hanımların Dikkatine'de overlok makinası ayağımıza gelmişti, Antabus'ta overlokçu olmayı bir dönem hayal eden bir baş karakter var. Bir şekilde yansıyor mu kaleminize bu? Diğer hikâyelerinizde ve romanlarınızda yine görecek miyiz?
- Anam soğan, babam sarımsak; ben ne yazsam kokar. Ailem konfeksiyoncuydu, atölyelerde ve atölyelerin yoğun olduğu semtlerde büyüdüm. Tanıdığım hayatın katipliğini yapıyorum. Sırf bu dünyaya aşina olmamla da alakalı değil. Hak gaspları, iş cinayetleri, çocuk işçiler oldukça bu konular kâğıda yansımaya devam edecek.
- Leyla'nın hikâyesi kimseye uzak değil. Leyla'nın dediği gibi örneğin evliyken tecavüz tecavüz sayılmıyor. Karısını döven adama karşı çıktığınızda, dönüp rahatlıkla karım o benim sorun yok deyip normalize ediyor. Leyla yalnızca üçüncü sayfada da değil; yan sokakta, üst katta, yemek yediğimiz lokantada... Bu açıdan bir yandan da bir farkındalığa, hatta herkesi bu anlamda kendi cehennemine mi davet ediyorsunuz?
- Hiç bilmediğimiz evlerde çok iyi bildiğimiz hikâyeler yaşanıyor aslında. Yan evden gelen sesleri duymak için duvara bardak dayamak, yan evden gelen seslere kulak tıkamanın yanında daha ahlaklı. Kitabı yazarken derdim şiddet mağduru kadınların empati kurabileceği bir hikâye anlatmak değildi. Onların sesini duyup “ah yazık” deyip geçeni rahatsız etmekti. Şiddete alıştık. Önce “vah vah” deyip sonra “evlerden ırak” diye tahtaya vuruyoruz, mevzu “her koyun kendi bacağından asılır”a bağlanıyor. Sonra da “Kadınlar gününde karınıza pırlanta alın” reklamları… Kadınlara kasap vitrinindeki kuzu muamelesi yapılıyor. Ya üzülüp geçiyorlar ya “koruyalım” deyip söylemle eziyorlar. Oysa tanıklık görev yükler. “Kadınları koruyalım” söyleminin de bir yerden sonrası ötekileştirmeye varıyor. Koruma lafı üzerinden bile muktedirin himayesiyle hayat şansı bulan bir acz üretiliyor. Dayanışma değil, lütfetmeye dönüyor böyle olunca. Başımıza ne geliyorsa “koruyalım” diyenlerden geliyor.
- Umut var mı hâlâ?
- İnat oldukça umut hep var. Hayatını, haklarını korumak için çıkış yolu aramaya devam edenler oldukça umut bâki kalacak.
- Siz umudunuzu nerede buluyorsunuz?
- Direniş ve dayanışmada. Bu, ev için de sokak için de geçerli. Şiddete maruz kalanın tek kurtuluşu kendisinden geçmiyor. İrade kullanamayacak hale getirilmiş çok insan var. Şiddet ortamını doğuran sistemi değiştirmek için toplumsal baskıyı arttırmamız gerekiyor.
Antabus/ Seray Şahiner/ Can Yayınları/ 108 s.

E-Kitap - E-book :kitap özetleri, kitap özeti, yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, biyografiler, kitap oku, bedava kitap

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

kitap özeti, kitap,yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, kitap oku, bedava kitap