Dışarıdan bir göz, içeriden bir bakış
Bernard Shaw "Çocuklarınıza tarihi komşu, hatta düşman ülkelerin kitaplarından okuttuğunuzda ancak o zaman tarih hep bizim haklı olduğumuz bir masal olmaktan çıkar" demişti.
Geçen günlerde yayımlanan “Bir Yeniçerinin Hatıraları” isimli kitap, böyle bir deneyim yaşamak isteyen okur için bir fırsat
sunuyor: Dünya tarihi, bir anlamda acımasızlıkların ve savaşların
tarihidir. Kendi çalkantılı tarihimize odaklanarak, gözlerimizi
atalarımızın mağrur bir şekilde at koşturduğu, şanlı tarih masalının
dışında kalan insani gerçeklere çevirdiğimizde manzara bize
anlatılanlardan hayli farklı. Bu kez zaferlerin tarihini, hezimetler
perspektifinden okuyoruz.Bir Yeniçerinin Hatıraları, 1438’de
doğmuş, Türkler tarafından devşirilerek Osmanlı Ordusu’nda yeniçeri
yapılmış, 1463’te Macaristan’a geçip Hıristiyan ordugâhına katılana
kadar Osmanlı’ya hizmet için Bosna’da savaşmış olan Konstantin
Mihailoviç’in kaleme aldığı bir kronik. Peki, “Yaklaşık beş yüz yıllık,
üstelik hatalarla dolu kroniği bugün çevirmek, yayımlamak ve okumak
neden bu denli anlamlı ve önemli olsun ki?” diye düşünecek okura not:
Çoktandır değerini unuttuğumuz bir duygu olan empatiyi, can yakıcı bir
derinlikle hissedebilmek için önemli bugün bu kitabı okumak.
AYDINCA BİR İÇGÖRÜ
Konstantin Mihailoviç, kendi dönemi için eğitimli sayılabilecek, okur- yazar bir yeniçeridir. Hatıratında, Osmanlı İmparatorluğu’nun olaylar açısından çok zengin bir devir olan 1451-1463 arasındaki yılların renkli bir tablosunu çizer. Dili ve anlatımındaki yer yer saflık, yer yer acemilik ve bilgi eksikliği Umberto Eco’nun Baudolinio’sunu hatırlatıyor. Fakat Baudolinio, Eco’nun romanının sonunda bilgeliğe erişse de bizim Mihailoviç anlatısının sonuna kadar çizgisini bozmuyor.
Yeniçeri Mihailoviç, hatıratını bilimsel ve nesnel tezler üzerine inşa edebilecek entelektüel yetkinliğe sahip olmadan yazmış; ama yine de onun yazdıklarından tarihi, sosyolojik ve etik dersler çıkarmak mümkün. Nitekim hatıratın içerdiği gerek tarihi, gerekse coğrafi birçok yanlışlık, çevirmen ve yayıncı tarafından dipnotlarla düzeltilmiş. Bu hatıratın tarihin karanlık taraflarına ışık tutmaktan çok daha önemli bir işlevi var. Tarih hep bizim haklı ve kahraman olduğumuz bir masaldan ibaret değilse, tarih kendi geçmişiyle yüzleşebilme onuruna ve cesaretine sahip aydın kişinin, aydın olma iddiasındaki milletlerin aynası ise Mihailoviç’in hatıratı bu işlevi bir dereceye kadar başarı ile yerine getiriyor.
Bu kitabı kuvvetli milli hislerle okumaya kalkışacak okurun elleri yanabilir. Bütün çocukluğu ve gençliği boyunca, ülkemiz dahilinde iktidarı ele geçiren muktedirlerin, dış güçler masalları ile büyüyen ve yeniçeriliğin ne olduğunu bilmeyen duyarlı okur, Mihailoviç’in Türkler hakkında bu kadar ağır sözler sarf etmesine gücenebilir. Şöyle söyleyelim; yeniçerilik Osmanlı’nın, babasını kılıçtan geçirip, anasını cariye yaptığı yetim Hıristiyan çocukları toplayıp, savaşçı olarak yetiştirip, kendi halkının üzerine, savaşa saldığı sistemin adıdır. Sadece bu bile -elinizi vicdanınıza koyun- Mihailoviç’in Türklerden nefret etmesi için fazlasıyla yeterli bir sebeptir.
Mihailoviç’in bilimsel bir kronik yazacak akademik donanıma sahip olmadığını söylemiştik. Buna rağmen yeniçerimizin hatıratında aydınca bir içgörüye sahip olduğu kısımlar da yok değil. Ne kadar nefretle ve kötü sözlerle yâd etse de bir kere Mihailoviç’in Türklere karşı hayranlık beslediğini anlıyorsunuz. Bir sayfa önce kuduz köpekler diye söz ettiği Türklere, başka bir bahiste hızlı, çevik, korkusuz ve yenilmez diye övgüler düzmeye başlıyor. Aynı şekilde, Türklerin Balkanlar’daki sürekli başarısını, önce Türklerin dalaverelerine, yalanlarına bağlıyor ama sadede geliyor sonra: Birlik olamadık, taht kavgaları yüzünden birbirimizin gözlerini oyduk, Tanrı da bizi cezalandırmak için Türkleri gönderdi. Mihailoviç, Balkanlar’daki ve Orta Avrupa’daki amansız taht oyunları için dış güçler (Türkler) bizi birbirimize düşürdü demek gibi bir kolaycılığa düşmüyor asla. Biz birbirimize düştük, Türkler de bunu kullanmasını bildiler gibi hakkaniyetli bir çıkarım yapıyor durumla ilgili olarak.
Amansız taht oyunları demişken, şunu da söylemek isterim ki Konstantin’in hatıratını anakronik bir okumaya tabi tuttuğunuzda, günümüzde tüm dünyada çok sevilerek izlenen fantastik dizi Game Of Thrones, çok da fantastik gelmeyecektir artık. Gerçek, kurgudan daha tuhaf ve sıra dışıdır diyordu son kitabında Palahniuk, gerçekten de o dönem hem Osmanlı hem de Avrupa devletlerindeki taht oyunları dizideki taht oyunlarını kesinlikle aratmıyor.
OSMANLI’NIN İDARİ YAPISI, SAVAŞ SİSTEMİ VE TARİHİ
Mihailoviç’in hatıratından söz ederken Julian Barnes’ın eşsiz deneysel romanı Dünya Tarihi’nden söz etmeden geçemeyeceğim. Barnes, sözü geçen kitabında insanın kendisine ve doğaya yabancılaşmasını Nuh’un Gemisi alegorisi ile özetliyordu. Gemiye alınan hayvanlar, temizler ve pisler olarak tasnif edilmişti ve bu tasnifçilik, hayvanlardan insanlara sirayet ederek süregelmişti. Milletler, dinler, mezhepler şeklinde sürüp gitmişti sonra. Dünya tarihi, biraz savaşların tarihi ise biraz da bu indirgemelerin tarihi kuşkusuz. Mihailoviç bu indirgemeyi sevimli denebilecek bir saflıkla özetliyor: “Türkler, biz Hıristiyanlara gâvur derler; biz de onlara kâfir deriz.” Ayrıca Mihailoviç, farkında olmadan bambaşka bir gerçekliğe dokunuyor, ortak düşmanları olarak görmesi hasebiyle, Müslümanlarla Yahudiler arasındaki benzerliklerin altını bir bir çizerek. Tarihsel süreç içinde değişen toplumsal koşullar ve düşmanlıklar göz önüne alındığında, günümüzdeki düşman kardeşlerin birbirlerine ne kadar çok benzediğini, yüzyıllar öncesinin bir yeniçerisinin bile gözlerinden görüyorsunuz. Öyle ki şimdi bile sokağa çıkıp sorsanız, birçok Müslüman, Yahudilerin de tıpkı kendileri gibi sünnet olduğuna ve domuz eti yemediğine inanmaz.
Gâvurların ve kâfirlerin hikâyesini bu kez, farklı bir cepheden okurken Türklerin ve Avrupalıların marazi ilişkilerine dair hülyalı düşüncelere dalıverdim. Dünyada başka hiçbir millet, bir futbol müsabakasında takımını “Avrupa Avrupa duy sesimizi/ işte bu Türklerin ayak sesleri” şeklinde bir ağızdan bağırarak desteklemez. O Avrupalılar ki yüzlerce yıl Türk korkusu ile yaşamış olsunlar ve şaka gibi aynı Türkler günümüzde, bin yıllık bir kanlı mücadelenin devamında, hâlâ Avrupa Birliği’ne girmeyi milli bir ülkü gibi addederek, farklı enstrümanlarla savaş vermeye devam etsinler. Adeta Türkler için Avrupa Birliği’ne girmek ülküsü, atalarımızın ateşli Avrupa fethi sevdasının DNA’larımıza işlemesi sonucu günümüze kadar aktarılmış hali. Aynı şekilde, ekonomik durumu Türkiye’den çok daha kötü pek çok ülke birliğe kabul edilirken, Türkiye’ye sürekli yeni zorluklar çıkarılması, Türk korkusunun da Avrupalıların DNA’larına sirayet etmesinden kaynaklanıyor olmalı. Nitekim ben Avrupa’daki Türk korkusunun çoğunlukla bizim bize anlattığımız bir masalla ilgili olduğunu düşünürdüm. Oysa Avrupa’da gerçekten bir Türk korkusu olduğunu, üstelik bunun için de hayli haklı nedenleri olduğunu ilk kez bu kitabı okuduğumda bu kadar net anladım. Öyle ki yeniçerinin, kitabın sonlarına doğru hakkımızda verdiği yargıya gülümsemeden edemedim: “Kâfirler fırtınalar ve dalgalar tarafından sürekli çalkalanan bir deniz gibidirler. Asla sulh nedir bilmez ve yerlerinde duramazlar. Dur durak bilmeden, bir yıldan diğerine, bir ülkeden diğerine savaşa giderler ve barış yaptıklarında da bu sadece yeni bir savaşa hazırlanmak içindir.” Bireyler gibi, toplumlar da kendilerini hep dostlarından değil, arada düşmanlarından da dinlemeli gibi amiyane bir laf edeceğim burada şimdi: Hakikaten nedendir bu hiç dur durak vermeden çalkalanan ruh halimiz. Dış düşmanlar bittiğinde, kendi içimizde birbirimize düşüp sulh nedir bir an olsun bilemeyişimiz?
Mihailoviç, Osmanlı’nın idari yapısı, savaş sistemi ve tarihine değin bilgi vermek amacıyla yazdığı bu hatırat ile hem dönemin sosyal ve siyasi yapısı hakkında içeriden bilgiler sunuyor hem de bu bilgileri, dışarıdan bir gözün merceğinden vermek gibi tadından yenmez bir ayrıcalıkla veriyor. Kendiniz olarak kalmayı başararak ama aynı zamanda Mihailoviç’i de hissetmeyi deneyerek okuyun, hem bilgilenecek hem eğleneceksiniz.
Bir Yeniçerinin Hatıraları/ Konstantin Mihailoviç/ Çeviren: Behiç Anıl Ekim, Nuri Fudayl Kıcıroğlu/ Ayrıntı Yayınları/ 144 s.
AYDINCA BİR İÇGÖRÜ
Konstantin Mihailoviç, kendi dönemi için eğitimli sayılabilecek, okur- yazar bir yeniçeridir. Hatıratında, Osmanlı İmparatorluğu’nun olaylar açısından çok zengin bir devir olan 1451-1463 arasındaki yılların renkli bir tablosunu çizer. Dili ve anlatımındaki yer yer saflık, yer yer acemilik ve bilgi eksikliği Umberto Eco’nun Baudolinio’sunu hatırlatıyor. Fakat Baudolinio, Eco’nun romanının sonunda bilgeliğe erişse de bizim Mihailoviç anlatısının sonuna kadar çizgisini bozmuyor.
Yeniçeri Mihailoviç, hatıratını bilimsel ve nesnel tezler üzerine inşa edebilecek entelektüel yetkinliğe sahip olmadan yazmış; ama yine de onun yazdıklarından tarihi, sosyolojik ve etik dersler çıkarmak mümkün. Nitekim hatıratın içerdiği gerek tarihi, gerekse coğrafi birçok yanlışlık, çevirmen ve yayıncı tarafından dipnotlarla düzeltilmiş. Bu hatıratın tarihin karanlık taraflarına ışık tutmaktan çok daha önemli bir işlevi var. Tarih hep bizim haklı ve kahraman olduğumuz bir masaldan ibaret değilse, tarih kendi geçmişiyle yüzleşebilme onuruna ve cesaretine sahip aydın kişinin, aydın olma iddiasındaki milletlerin aynası ise Mihailoviç’in hatıratı bu işlevi bir dereceye kadar başarı ile yerine getiriyor.
Bu kitabı kuvvetli milli hislerle okumaya kalkışacak okurun elleri yanabilir. Bütün çocukluğu ve gençliği boyunca, ülkemiz dahilinde iktidarı ele geçiren muktedirlerin, dış güçler masalları ile büyüyen ve yeniçeriliğin ne olduğunu bilmeyen duyarlı okur, Mihailoviç’in Türkler hakkında bu kadar ağır sözler sarf etmesine gücenebilir. Şöyle söyleyelim; yeniçerilik Osmanlı’nın, babasını kılıçtan geçirip, anasını cariye yaptığı yetim Hıristiyan çocukları toplayıp, savaşçı olarak yetiştirip, kendi halkının üzerine, savaşa saldığı sistemin adıdır. Sadece bu bile -elinizi vicdanınıza koyun- Mihailoviç’in Türklerden nefret etmesi için fazlasıyla yeterli bir sebeptir.
Mihailoviç’in bilimsel bir kronik yazacak akademik donanıma sahip olmadığını söylemiştik. Buna rağmen yeniçerimizin hatıratında aydınca bir içgörüye sahip olduğu kısımlar da yok değil. Ne kadar nefretle ve kötü sözlerle yâd etse de bir kere Mihailoviç’in Türklere karşı hayranlık beslediğini anlıyorsunuz. Bir sayfa önce kuduz köpekler diye söz ettiği Türklere, başka bir bahiste hızlı, çevik, korkusuz ve yenilmez diye övgüler düzmeye başlıyor. Aynı şekilde, Türklerin Balkanlar’daki sürekli başarısını, önce Türklerin dalaverelerine, yalanlarına bağlıyor ama sadede geliyor sonra: Birlik olamadık, taht kavgaları yüzünden birbirimizin gözlerini oyduk, Tanrı da bizi cezalandırmak için Türkleri gönderdi. Mihailoviç, Balkanlar’daki ve Orta Avrupa’daki amansız taht oyunları için dış güçler (Türkler) bizi birbirimize düşürdü demek gibi bir kolaycılığa düşmüyor asla. Biz birbirimize düştük, Türkler de bunu kullanmasını bildiler gibi hakkaniyetli bir çıkarım yapıyor durumla ilgili olarak.
Amansız taht oyunları demişken, şunu da söylemek isterim ki Konstantin’in hatıratını anakronik bir okumaya tabi tuttuğunuzda, günümüzde tüm dünyada çok sevilerek izlenen fantastik dizi Game Of Thrones, çok da fantastik gelmeyecektir artık. Gerçek, kurgudan daha tuhaf ve sıra dışıdır diyordu son kitabında Palahniuk, gerçekten de o dönem hem Osmanlı hem de Avrupa devletlerindeki taht oyunları dizideki taht oyunlarını kesinlikle aratmıyor.
OSMANLI’NIN İDARİ YAPISI, SAVAŞ SİSTEMİ VE TARİHİ
Mihailoviç’in hatıratından söz ederken Julian Barnes’ın eşsiz deneysel romanı Dünya Tarihi’nden söz etmeden geçemeyeceğim. Barnes, sözü geçen kitabında insanın kendisine ve doğaya yabancılaşmasını Nuh’un Gemisi alegorisi ile özetliyordu. Gemiye alınan hayvanlar, temizler ve pisler olarak tasnif edilmişti ve bu tasnifçilik, hayvanlardan insanlara sirayet ederek süregelmişti. Milletler, dinler, mezhepler şeklinde sürüp gitmişti sonra. Dünya tarihi, biraz savaşların tarihi ise biraz da bu indirgemelerin tarihi kuşkusuz. Mihailoviç bu indirgemeyi sevimli denebilecek bir saflıkla özetliyor: “Türkler, biz Hıristiyanlara gâvur derler; biz de onlara kâfir deriz.” Ayrıca Mihailoviç, farkında olmadan bambaşka bir gerçekliğe dokunuyor, ortak düşmanları olarak görmesi hasebiyle, Müslümanlarla Yahudiler arasındaki benzerliklerin altını bir bir çizerek. Tarihsel süreç içinde değişen toplumsal koşullar ve düşmanlıklar göz önüne alındığında, günümüzdeki düşman kardeşlerin birbirlerine ne kadar çok benzediğini, yüzyıllar öncesinin bir yeniçerisinin bile gözlerinden görüyorsunuz. Öyle ki şimdi bile sokağa çıkıp sorsanız, birçok Müslüman, Yahudilerin de tıpkı kendileri gibi sünnet olduğuna ve domuz eti yemediğine inanmaz.
Gâvurların ve kâfirlerin hikâyesini bu kez, farklı bir cepheden okurken Türklerin ve Avrupalıların marazi ilişkilerine dair hülyalı düşüncelere dalıverdim. Dünyada başka hiçbir millet, bir futbol müsabakasında takımını “Avrupa Avrupa duy sesimizi/ işte bu Türklerin ayak sesleri” şeklinde bir ağızdan bağırarak desteklemez. O Avrupalılar ki yüzlerce yıl Türk korkusu ile yaşamış olsunlar ve şaka gibi aynı Türkler günümüzde, bin yıllık bir kanlı mücadelenin devamında, hâlâ Avrupa Birliği’ne girmeyi milli bir ülkü gibi addederek, farklı enstrümanlarla savaş vermeye devam etsinler. Adeta Türkler için Avrupa Birliği’ne girmek ülküsü, atalarımızın ateşli Avrupa fethi sevdasının DNA’larımıza işlemesi sonucu günümüze kadar aktarılmış hali. Aynı şekilde, ekonomik durumu Türkiye’den çok daha kötü pek çok ülke birliğe kabul edilirken, Türkiye’ye sürekli yeni zorluklar çıkarılması, Türk korkusunun da Avrupalıların DNA’larına sirayet etmesinden kaynaklanıyor olmalı. Nitekim ben Avrupa’daki Türk korkusunun çoğunlukla bizim bize anlattığımız bir masalla ilgili olduğunu düşünürdüm. Oysa Avrupa’da gerçekten bir Türk korkusu olduğunu, üstelik bunun için de hayli haklı nedenleri olduğunu ilk kez bu kitabı okuduğumda bu kadar net anladım. Öyle ki yeniçerinin, kitabın sonlarına doğru hakkımızda verdiği yargıya gülümsemeden edemedim: “Kâfirler fırtınalar ve dalgalar tarafından sürekli çalkalanan bir deniz gibidirler. Asla sulh nedir bilmez ve yerlerinde duramazlar. Dur durak bilmeden, bir yıldan diğerine, bir ülkeden diğerine savaşa giderler ve barış yaptıklarında da bu sadece yeni bir savaşa hazırlanmak içindir.” Bireyler gibi, toplumlar da kendilerini hep dostlarından değil, arada düşmanlarından da dinlemeli gibi amiyane bir laf edeceğim burada şimdi: Hakikaten nedendir bu hiç dur durak vermeden çalkalanan ruh halimiz. Dış düşmanlar bittiğinde, kendi içimizde birbirimize düşüp sulh nedir bir an olsun bilemeyişimiz?
Mihailoviç, Osmanlı’nın idari yapısı, savaş sistemi ve tarihine değin bilgi vermek amacıyla yazdığı bu hatırat ile hem dönemin sosyal ve siyasi yapısı hakkında içeriden bilgiler sunuyor hem de bu bilgileri, dışarıdan bir gözün merceğinden vermek gibi tadından yenmez bir ayrıcalıkla veriyor. Kendiniz olarak kalmayı başararak ama aynı zamanda Mihailoviç’i de hissetmeyi deneyerek okuyun, hem bilgilenecek hem eğleneceksiniz.
Bir Yeniçerinin Hatıraları/ Konstantin Mihailoviç/ Çeviren: Behiç Anıl Ekim, Nuri Fudayl Kıcıroğlu/ Ayrıntı Yayınları/ 144 s.
E-Kitap - E-book :kitap özetleri, kitap özeti, yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, biyografiler, kitap oku, bedava kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
kitap özeti, kitap,yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, kitap oku, bedava kitap