Translate

İzleyiciler

16 Şubat 2018 Cuma

Maurizio Lazzarato'dan 'Marcel Ducamp ve İşin Reddi'


[Haber görseli]Zamanı yaşama tembelliği

Kazimir Maleviç, İnsanın Esas Gerçekliği: Tembellik’i (Çeviren: Ender Keskin, Sel Yayıncılık, 2015) kaleme alıp kişinin fiziksel olandan kurtulması gerektiğini söyleyerek bir çağrıda bulunuyor ve tembelliğin, bireyin durup etrafına bakmasını sağlayan bir hak ve fırsat olduğunu dile getiriyordu. İnsan bunun ayırdına vardığında, çalışma şevki yerine anlamlı boş zamana sahip olabilecekti.
Maleviç’e göre bu boş zaman, insanı Tanrısallığa yaklaştıran bir andı. Çalışmaya tapmak yerine, hiçlik ve ölüm olmadığı rahatça kavranabilecek tembellik, insana düşünce ve sanat üreteceği alanlar açıyor. 
Jonathan Crary ise 7/24: Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu (Çeviren: Nedim Çatlı, Metis Yayınları, 2015) adlı kitabında, üretim-tüketim dengesiyle yaratılan sahte bir gerçekliğe insanın kendisine ayıracağı zamanın dâhil edilmediğini savunuyor. “Verimlilik” ve “performans” gibi iki hayati mesele kişiyi, “zamansızlığa” (zamandan kopmaya) götürüyor. Kâr girdabına giren birey rutine teslim olurken esnek çalışma koşullarının labirentinde debelenip duruyor.
Bernd Brummer; gevşemenin de çalışma gibi bir eylem olduğunu ve kişinin hayal gücünü harekete geçirip esnek iş şartlarının doğurduğu huzursuzluk kültürünün panzehiri biçiminde algılanabileceğini belirtmişti Uykusuzluk (Çeviren: Kemal Atakay, Yapı Kredi Yayınları, 2009) adlı kitabında.
Tembellik denince akla gelen isimlerin başında yer alan Paul Lafargue’ın “tembellik hakkı” diye ortaya koyduğu şey, mutlak boşluğa değil artı değer üretme zorunluluğunu (çalışma hakkını) ortadan kaldırmaya gönderme yapıyordu. Yani bir tembellik övgüsü amaçlamamıştı; yapmak

Erich Segal'den 'Aşk Hikâyesi'


[Haber görseli]Bir yazarın gizdökümü...

Oliver Barrett, Harvard’da okuyan bir hokey oyuncusu. Müzik eğitimi alan Jenny ise işçi sınıfından İtalyan asıllı bir Amerikalı. Bu iki zıt karakterin sınıf, aile, akademi, statü, din ve kültürel gibi farklılıkların ilişkileri üzerindeki etkilerini anlatan Erich Segal’in Aşk Hikâyesi romanı, “Aşk, asla üzgün olduğunu söylememektir” sözünün esasına dayanır. İlk bakışta talihsiz bir aşkı anlatan bir roman gibi gözükse de aslında, sevgi ve ölümün katı gücünü hissetmenin ötesinde, otobiyografik yanın ağırlığı ile yazarın yaşantısındaki ilişkilerin üzerine bir aforizmasıdır.
Aile kavramının çökmesi, baba-oğul ilişkilerindeki kırgınlık, yakıcı ve özlenen hâllerine değinen detaycı ve titiz bir roman Aşk Hikâyesi. Bu ilişki detaylarında aşırıya kaçmadan okurun karşısına çıkardığı iki zıt karakter ile şekillendirir. Oliver’ın aile yapısı ile Jenny’nin aile yapısı, her iki tarafın yaşam görüşleri ve belirleyici rolleriyle ikili ilişkilerdeki etkileri farklı etmenler üzerinden yansıtır. Tıpkı Oliver’ın baskı altında büyümesi, baba başarısı nedeniyle ailedeki spor geleneğinin sürdürülmesi gibi tam tersi olan Jenny’nin Phil’le bağı ise güçlüdür. Bu iki farklı yapısal döngünün aynı çember çizgisinde dönebileceğini gösterir. Bu döngüyü sağlayabilecek tek bir kuvvet vardır; o da aşk.
  
ÇATIŞMA MERKEZİ
Erich Segal’in babası, Yahudi geleneğini ve eğitimini destekleyen dinî bir derneğin en aktif  çalışanıdır. Koyu bir Yahudi olan baba, bu baskıyı Erich Segal’in üzerinde de uygular.

‘Şiir, sözün hâlâ mihenk taşı’


[Haber görseli]‘Şiir, sözün hâlâ mihenk taşı’
 
- Ahmet Telli’nin yorumuyla şiirlerinizde hep bir zaman ve mekan arayışı var. Kitabın açılışındaki ‘Hipotez’de “Pusulanın göstermediği bir yer var / yolum oraya benim” diyorsunuz. Yolculuk ne sizce; nereye ya da daha ne kadar yolunuz var?
- Yolculuk; mekân ve zamanla rutin dışında bir kavuşma, kucaklaşma... Yadırgamayı, şaşırmayı, ayrılmayı, kavuşmayı ve yakın ağırlıktaki duyumsal estetik var oluş kategorilerini öylesine güçlü barındırıyor ki onun insan hayatında temel ve şiirsel bir metafor oluşu bundan. Sembolden çok ötelerde... Bu yüzden, yolculuğun neyi ifade ettiği sorusu şiirsel bağlamda kalarak kolay cevaplanamaz bence. İnsanın, bildiği ile duyduğu arasındaki mesafenin kısaldığı, birinin ötekine dönüştüğü özel bir var olma hâli yolculuk...
- Okurun da eşlik ettiği ve dönüştüğü bir yolculuk bu aslında. Ne bulacağız bu yolculuğun sonunda?
- Yolculuğun sonunda bir şey bulunamaz. Bu soruya en güzel cevaplardan biri Cevat Çapan Türkçesiyle, “İthaka” şiirinde veriliyor. Nostos’un ne ya da neresi olduğunun yanıtı da var burada: “Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka/ o olmasa, yola hiç çıkmayacaktın / ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka” (Konstantin Kavafis / Çev. Cevat Çapan). Benim yurdum evren, Samanyolu, doğu, batı, kuzey, güney, Türkiye, Antalya... Bazen

15 Nisan 2017 Cumartesi

Alışmadık Alışmayacağız: Yılmaz Güney’in iki önemli kitabı tekrar yayımland...

Alışmadık Alışmayacağız: Yılmaz Güney’in iki önemli kitabı tekrar yayımland...: Yılmaz Güney yeniden Yılmaz Güney, hem yazdıkları hem de sinema alanındaki çalışmalarıyla, bir yetenek olarak ülkemiz sanatına adını yaz...

Siyasi Forum Siyasi-Politik Haber - Makale - Yazılar-- Sosyoloji Toplum bilimi , sosyoloji ders notları

Çocuklar için öykülerle, çizgilerle Atatürk

Dergide Erk Acarer’in yazdığı, Mustafa Delioğlu’nun resimlediği Atatürk anekdotları yer alıyor. Sunay Akın’ın ve Süleyman Bulut’un 23 Nisan ve Atatürk anlatımları ve Ömür Kurt’un Yalova Köşkü hikayesi çocuklara bilinmeyen Atatürk’ü tanıtıyor.[Haber görseli]
Şair Onur Caymaz’ın Atatürk ile ilgili bir şiiri de yer alıyor.
Haydar Ergülen’in edebiyat danışmanlığını, Barış İnce’nin yayın yönetmenliğini yürüttüğü dergiye önceden çocuk eseri vermiş olan Feyza Hepçilingirler, Gülşah Elikbank, Canan Tan, Şermin Çarkacı

5 Mart 2017 Pazar

Gary Snyder'dan 'Özgürlüğün Görgüsü'

Yabanı “berbat ve kaba” diye niteleyenler, insanla doğa arasına set çekilmesine neden olup bugünkü inorganik yaşamı, şiddeti ve tahakküm istencini parlatarak özgürlüğün tu kaka edilmesine yol açtı. Gary Snyder, çevirisini İnan Mayıs Aru’nun yaptığı “Özgürlüğün Görgüsü”nde, dünyanın tüm yabanıllığı ile insanı izleyip dinlediğini; her adımın ve geçişin doğaya dalga dalga yayıldığını anımsatırken doğanın gücünün, kendisini ve insanı erginleştirmesinde yattığını hatırlatıyor.


Meskûn olmayan için saygı yürüyüşü
Çevreci ve işçi dostu şair Gary Snyder, kişisel deneyimlerin ve doğal yaşamın savunucusu. Varoluşun, bütün benliği etkilediğine ve etkilemesi gerektiğine inanarak bunun yaşam ile kişiyi bir araya getirdiğini; hayata tutunmasını sağladığını söylüyor. Bu düşüncesi onu Alan Ginsberg’le buluşturuyor.
Snyder doğa, çevre ve hayatın organikliğine olan ilgisini, daha doğrusu buna bağlılığını, doğup büyüdüğü 1930’ların tamamına yayılan ekonomik buhran döneminde ailesinin köy yaşamına dönmek zorunda kalmasına borçlu. Özgürlüğün doğasının ve doğanın özgürlüğünün Snyder’da pekişmesini sağlayansa İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla ailesiyle beraber taşındığı Oregon’un ormanlarına dalması. Dağcılığa merak salan, yazan ve enikonu şiirle ilgilenmeye başlayan Snyder, gerçekle hayal olanı buluşturan metin ve dizeler kaleme alırken özellikle mit ile şiirin insanı aydınlatan bir ortaklığı bulunduğunu savunup deneyimle mitlerin bir bütün oluşturduğunu vurguluyor.
Riprap adlı derlemede art arda sıralanan kısa şiirlerin doğanın içinden geçtiği görülüyor. Snyder, insanı doğaya yerleştirirken gözün bakıp gördüğü ve ruhun özgürleştiği ve aynı zamanda kişinin hayata dair bilgilere erişmesinin de önünü açan şiirlere imza atmış. Onun dizeleri hem modernliği hem de kendine özgü yapısıyla, merak duyduğu ve hakkında bilgi sahibi olduğu Budizm’den, Uzakdoğu felsefesinden, ABD’nin Batı sahillerinden ve ormanlarından izler taşıyor.  
Riprap’teki şiirleri nedeniyle bazı sert eleştirilere maruz kalan Snyder, uzun yıllar Japonya’da yaşayarak

Annabel Abbs'den 'Joyce'un Kızı'


[Haber görseli]‘Lucia denen köz, önce parladı, sonra söndü'

Lucia, James ve Nora Joyce çiftinin ikinci çocuğu. 25 Temmuz 1907’de Trieste’de doğmuş. Dâhi bir baba, hayatını ona vakfetmiş bir anne. Sürekli ev ve yer değiştiriyorlar. Çoğunlukla otellerde kalıyorlar.
Lucia’nın ilk öğrendiği dil İtalyanca olmuş. Sonra buna üç dil daha eklenmiş. Paris'teki Dalcroze Enstitüsünde dans eğitimi almış. Dans eğitimine Margaret Morris ve sonra da Salzburg yakınlarındaki okulundaki Raymond Duncan (Isadora Duncan'ın kardeşi) tarafından eğitilmiş. 1927'de Jean Renoir'in Hans Christian Andersen'den uyarladığı La Petite marchande d'allumettes filminde kısa bir düette oyuncak asker olarak dans etmiş. Çalışmalarını Lois Hutton, Hélène Vanel ve Ballet Suédois'in baş dansçısı Jean Borlin'in yanında sürdürmüş.

KISA SÜREN BAŞARI ÖYKÜSÜ
Annabel Abbs romanı Joyce’un Kızı’nı (Ocak 2017, Çev. Özge Onan, hep kitap) 1928’de Paris’te Lucia’nın bu başarı öykülerini yaşadığı dönemde başlatıyor. Lucia bir yandan dans dersleri alıyor diğer yandan yaptığı gösteriler övgüyle karşılanıyor.
Paris Times, Vieux-Colombier tiyatrosundaki La Princesse Primitive'deki performans sonrasında şunları yazar: “Lucia Joyce, tam babasının kızı. James Joyce’un coşkusunu, enerjisini ve dehasının henüz belli olmayan bir bölümünü almış.” Şu cümle de önemlidir; “Ritmik dans alanında gerçek kapasitesine ulaştığında, James Joyce artık kızının babası olarak tanınabilir.”
28 Mayıs 1929'da, Paris'teki Bal Bullier'de düzenlenen dans festivalinde altı finalist arasına seçilir. İkinci olması üzerine babası ve genç Samuel Beckett'in de aralarında yer aldığı izleyici, performansının olağanüstü olduğunu düşündüğü Lucia’nın birinci olması gerektiği düşüncesiyle jüriyi protesto eder.