Şehirler; sabah sekizden akşam beşe modeli; mekanik olarak belirlenmiş zaman aralıklarını izleyen hızlı tempolu uygar yaşamlar sürerler insanlar: Yoğun ve sentetik. Kalabalık kentlerde, caddelerin ve evlerin bulanık ve silik görüntüleri var.
Sabahları bir yeşil yaprak uçar mı? Uçmaz. Uçamaz; bu gri kentler üstünden. Caddeler kül rengi sırıtır. Deniz donuk gri; balıklar kaçışır dibine suların. Soluk ve donuktur gece. Gerçek olan bir şey var burada: Tabiat eksik. Kayalıklar, ormanlar, dağlar, bahçeler, köpüren şelale ve tarlalar birkaç adımda
erişebileceğimiz kadar yakın değil. Yürüdüğümüzde masmavi gökyüzü uzamıyor, zeminlerde çim yok ve eylül kokulu yollar da yok. Ormanlarla kaplı dağlar tüm görkemiyle tertemiz şehirleri yukarıdan izlemiyor. Yemyeşil bahçelerden beyaz güzel evler hınzır hınzır bakmıyor. Çevredeki ağaçlar çok renksiz; yapraklar yapay bir ağırlıkla daldan sarkıyor. Devedikenlerine yapışıp kalmış naylon parçaları, kâğıtlar ve vesaire vesaire…Bu kentlerin her yeri tıkanıp kapanmış bir yolu çağrıştırıyor. Güneş bildiği gibi yakıyor burayı. Kuru bitkilerin ve dikenlerin üzerinde bir moloz ve kül tabakası ta uzaklara kadar yerlerde cam kırıkları, plastik parçaları, şişe kapakları. Şehirde egemen renk gri; gümüş gri:
Yaprakları grileşmiş papatyalar, dev geven otu çalıları yine öyle solup, grileşmiş deve dikenleri, karahindibalar, mazılar…
Elbette ölüme endeksleniyor bu şehir...
…
Ve bizler bu şehirdeyiz. Bu insanı altında ezip suyunu çıkaran taştan dağın en altında hiçbir sesin bize seslenemediği, hiçbir kulağın bizi işitmediği, hiçbir gözün bizi görmediği bu şehirde yüz olmaktan çıkmış, yüzlerin önümüzden geçip gittiği bu kentte yalnızız, isimsiz, sayısız. Paylaşmalardan uzak, kalpsiziz, yapmacığız. Dur durak bilmeden, bir başlangıçtan, sığınacak bir limandan, izleyecek bir yoldan yoksun yaşıyoruz; yosunlardan farksız. Zaman ırmağında taşlara tutunup kalmış bu yosunlar: Derinlerden çıkıp gelen, sonra geride iz bırakmadan dünyanın sularına dalıp kaybolan yosunlar, yüzler, insanlar. Ve bu şehirde bizler yersiz yurtsuz ve ağaçsız, böceksiz, kuşsuz, balıksız; yalnız, yitik... Dışarıda uzanmış yatıyor şehir. Şehir; bunaltıcı, karanlık, tehditkâr. Şehir; büyük ve zalim. Şehir; mağrur, taştan ve ölümsüz.
Dışarıda uzanmış yatıyor şehir; taştan, gri; ötekiler gibi.
Duvarlardan, toz, topraktan ve çimentodan ibaret bir denizin eline bırakılmışız. Binaların beton cephelerinden, çatılarından, duvarlardan, demirden, asfalttan, gürültüden ve ışık selinden oluşan şehirde yitiğiz. Araçların istilası altındayız. Havasız kaldık. Ne bağ kaldı, ne bahçe, ne göl, ne ırmak. Ne yapacak bu şehirde ilkbahar? Çiçek soluyamayan yaz, ne yapacak? Nabız atışlarımızla, burunlarımız, kulaklarımız, gözlerimizle, tüm bedenimizle kaldırımlara, taşlara, betonlara, asfaltlara, kanalizasyonlara ve fabrika bacalarına zincirlenmişiz. Kaçış için bir hedeften yoksun çatıların altında ezilmiş, bodrum katlarının, tavan aralarının ocağına düşmüşüz. İşte buyuz bizler. İşte bu haldeyiz. İçimizdeki ve çevremizdeki canavarların eline düşmüşüz. Tüm bunlara katlanıyoruz. Katlanıyoruz… Acılar içindeyiz. Üşüyoruz. Oysa bizler sanki önümüzde yaşayacağımız sonsuz zaman varmış gibi zorla ve yapmacık gülümsüyoruz. Ayrılık kapı eşiklerine tünüyor; saatlerin içinde sırıtarak tik tak edip duruyor ve bizler yaşıyoruz dışlayarak ölümü. Vedalar içimizde çoktan hazır. Bekliyoruz. Tüm ölümleri içimizde taşıyoruz. Beynimizde, kalbimizde, ciğerlerimizde, kanımızda, el ve ayaklarımızda; tüm bedenimizde. Her gittiğimiz yere taşıyıp götürüyoruz ölümümüzü. Hayatın okşayış sağanağında hem kendimizi hem ölümü aklımızdan çıkarıyoruz. Ve ölüm ve ölüm ve ölüm avuntularımıza, derin derin, rahat rahat uyumamıza, gülüp duruyor. Yok oluşumuz, asansörlerde ve uzayıp giden merdivenlerin basamaklarında bize bakıp sırıtıyor, çatıların altında pusu kurmuş bekliyor bizi. Köprülerin ayaklarında çatırdayıp duruyor. Fabrika bacalarında soluyor; biz tüm gücümüzle yaşamaya bakıyoruz. Oysa yok oluşumuz kaçınılmaz. Nereye kaçacağız?
Dışarıda uzanmış yatıyor şehir. Uçsuz bucaksız pencereler, çatılar, bacalar, asfalt yollar, bizler buradayız diyor; gecelerce şiddetli yağmuru yedikten sonra: Şehir, sele ve çamura teslim. Ne kalacak bizden geleceğe?
Çocuklarımızın başında dururken hüzün, bize doğru eserek, duvardaki, çatılardaki çatlakların arasından gözyaşlarını sızdırmaya başlıyor. O parlak siyah hayaletin, dondurucu yalnızlığın içimizde tırmanışı başlıyor. Hüznün ocağına düştük işte. O uzakların, o dile gelmezin, o belirsizin ocağına düştük. Hüzünlerin, gözyaşlarının haykırışların ocağına düştük. Hadi bakalım, gecenin sükûnetinde haykır, suskun yalnızlıkta haykır. Damarlarımızdaki bütün kanımızla bu haykırışın bu nafileliğin ocağına düştük; düştük işte. Ruhunu yitirmiş bir şehirden daha hüzün verici ne olabilir? Değişen her sokak, her cadde; bozulan her bağ, bahçe ve tarla yeni bir yitişin hüznünü işliyor içimize.
Tekrarlanıp duran işlere koşturuyor, doruklara yükselmekle övünüyoruz, ölçüsüzlüğün elinde esiriz. Düşünmeden, cesaretle sürekli binalar inşa ediyoruz. Delilik dev binaların altında kuluçkaya yatıyor. Buralarda milyonlarca uyurgezer ve kör, uğultunun içinde otomatlar gibi didinip duracak, soluksuz kalana dek. Sınırsız bir ilerlemeye doğru gidiyoruz. Eserlerimizi tahayyül edemiyoruz yani onlar bizi aştı. Ölümün gölgesinde inşa etmeye devam ediyoruz binaları, duvarları; ölüm için olgunlaşıyoruz…
Sanılandan daha çabuk geleceğiz bu hale. Bugünden yarına uçuruma yuvarlanmış olacağız ve orada uyanacağız. Son yolculuğumuzu yaptığımızı hissedecek kadar kısa bir süre içinde bile olsa.
Ölüme doğru yürüyoruz…
Gide gide sonuna geldik…
Bu akşam. Yarın değil öbürgün.
Can çekişme tercihi bize kalan son tercih olacak.
Kendimizden kaçarak kendimizi arıyoruz. Yaşadığı dünyayı yeniden düşünmek yerine yok olmayı tercih ediyoruz.
Yolu kaybettik.
Bir gün, harabelerin ortasında yeniden düşüneceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
kitap özeti, kitap,yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, kitap oku, bedava kitap