Geçtiğimiz aylarda bir film izledim: Kusursuzlar. 2013 Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi film, en iyi yönetmen ödüllerini falan almış bir film. Yönetmen koltuğunda Ramim Matin var. Filmde Yasemin ve Lale isimlerindeki iki kız kardeşin hayatlarından bir kesit çıkıyor karşımıza. Farklı karakterde olan bu kardeşlerin hayata bakışları, yaşayış şekilleri, oturuşları, kalkışları; neredeyse her şeyleri farklı. Çeşme’de, ölmüş olan anneannelerinin yazlıklarında tatile giden kardeşlerin sakladıkları sır, filmin sonlarında açığa çıkıyor ve seyirciyle buluşuyor. “Olayımız budur abiler”
mesajını veren film -bana göre- başarılı bir yapım. Ödülleri önemseyen bir insan değilim, hep söylerim, ancak filmin aldığı ödülleri de hak ettiği söylenebilir. Filme uzun uzadıya değinmeyeceğim. Ancak filmle ilgili olarak, şurayı tıklayarak ulaşacağınız yazıya bakmanızı tavsiye ederim. İlerleyen satırlarda kısmen filme dönüş yapacağım.Bu girizgahtan sonra geleyim asıl konuma: Yekta Kopan’ın çeşitli kitap eklerinde, gazetelerde ve benzeri yerlerde boy boy afişi ve tanıtım yazılarıyla okura sunulan son kitabı olan Aile Çay Bahçesi. Öncelikle şunu belirteyim, Yekta Kopan’ın neredeyse bütün kitaplarını okumuş bir insanım. Belki bu anlamda kendimi sadık bir Yekta Kopan okuru bile sayabilirim. Bu vesiyle ilk vurgulamam gereken nokta, kendisinin romancıdan ziyade iyi bir öykücü olduğudur. En azından benim bakış açım bu yönde. Ki Aile Çay Bahçesi de bu yargımı destekler nitelikte bir roman olmuş.
Romanı bir oturuşta okuyabilirsiniz sanırım siz de benim gibi. Yaklaşık 140 sayfa ve anlatım olarak da çok akıcı. Ancak roman, benim için bir hayal kırıklığı oldu. Aslında hayal kırıklığı demek ne derece doğru bilmiyorum, çok da büyük bir beklentiye girmemiştim ama önceki eserleriyle kıyaslayınca, Kopan’ın bu romanının çok zayıf olduğunu söylemem gerek. Kabaca konusuna değineyim, ilerleyen satırlarda bir iki noktayı açmaya çalışacağım sonra.
Roman, Müzeyyen isminde bir kadının özelde ailesiyle ve genel çerçevede de hayatla olan sorunları üzerine kurulu. Baba-kız, kız kardeş, anne-kız ilişkilerinin çevrelediği roman, temel olarak Müzeyyen etrafında dönüyor. Bir de Müzeyyen’in tabiri caizse ergen sancıları çekmesine sebep olan kız kardeşi, Çiğdem var. Müzeyyen, Çiğdem’den ve babasından nefret eden bir tip. Romandan anladığım kadarıyla bu olumsuz duygu ve düşüncelerin baş müsebbibi Müzeyyen’den birkaç yıl sonra dünyaya gelen kardeşi olan Çiğdem. Peki ama neden? Belli değil. Yekta Kopan bir “erkek” olarak, bir “kadın” karakter oluşturmuş, bana kalırsa belli ölçülerde başarılı da olmuş. Toplumsal cinsiyet kuramlarına girecek değilim, çok bir malumatım da yok zaten ancak karşı cinsten oluşan karakter yaratmanın zorluğu konusunda aşağı yukarı her yazar hemfikirdir belli ölçülerde. Bu anlamda Kopan’ın bu çabasını takdir etmek lazım. Ancak ne yazık ki aynı takdir hakkımı romanın bütünü için kullanamayacağım. Bir kere olay örgüsü çok zayıf ve aksak.
Müzeyyen, belli ölçülerde “rahatsız” bir tip. Ancak hayata karşı olan bütün bu olumsuz bakışını kardeşinin doğumunda aramak ne kadar akıllıca bilmiyorum. Çünkü en baskın olan öge, Çiğdem’in doğumundan sonra Müzeyyen’de olan ruh değişimi. Öte yandan babasına karşı da sevgisiz ve nefret dolu. Sebep olarak da babasının, annesini bırakıp başka kadınlarla (orospularla mı demeliyim?) birlikte olmaya gitmesi. Öte yandan annesini erken yaşta kaybetmesi de kendisi üzerinde psikolojik sorunlar oluşturmuş gibi. Ama sebep ne olursa olsun, romanı okumasaydım da birisi böyle bir karakteri anlatsaydı bana, herhalde onun yaşını başını almış bir kadın değil de; lise yıllarında, ergen sancıları çeken bir genç kız olduğunu düşünürdüm. Bu anlamda Müzeyyen karakteri bana içi doldurulmuş, sağlam bir karakter gibi gelmedi. Bir insanı sevmeseniz bile, o kişiye bunu söylemek çoğu zaman zordur. Müzeyyen’in hiç de öyle bir kaygısı yok. “Senden nefret ediyorum, sen kakasın, sen öl..” tarzı yaklaşımları var insanlara karşı ve bu genel olarak herkese karşı böyle. Öyle ki bir salyangozu bile o nefretle ezebiliyor. Hiçbir tavrının arkasında net bir sebep de bulamıyoruz. Çiğdem de öyle, baba da öyle… Karakterler yeterince tanıtılmamış ya da tanımlanamamış. Müzeyyen, kafamda boş bir klasör olarak kaldı. Çoğu hareketine anlam veremedim. Kardeş kıskançlığını, kardeş sahibi olan her abi/abla yaşamıştır bir şekilde. Ancak Müzeyyen’deki bu kalıplaşmış tutumun sürekliliğinin sebepleri yeterince doldurulamamış bana kalırsa.
Bağlamdan çok kopmak istemiyorum ama burada Kusursuzlar filmine bir dönüş yapmam gerek. Kitabı okurken aklıma ister istemez bu film geldi. İkisinde de fazlasıyla benzer noktalar var. Romanda da filmde de temel olarak iki kız kardeşin aralarında sevgi(sizlik), çekişme, çatışma, kıskançlık gibi belli başlı duygular hakim. Kitaptaki aile çay bahçesi/restoran ile filmdeki Çeşme’deki yazlık da benzerlik gösteriyor. Toplumdan kaçma, kadına uygulanan şiddet de benzer temalardan. Özellikle kadına şiddet klişesi (bu konuda hassas olan arkadaşlardan özür dilerim, konu klişe değil ama işleniş şekli zaman zaman klişeye kaçabiliyor diye bu şekilde dile getirdim) çok baskın. Filmdeki Lale ile kitaptaki Çiğdem, benzer sebeplerden ötürü şiddete uğramış karakterler. Lale’yi (filmin sonunda öğreniyoruz) ablası, kendisine saldıran erkekten kurtarıyor o kişiyi öldürerek. Kitapta ise bir dertleşme sahnesinde Çiğdem içini Müzeyyen’e dökünce Müzeyyen de kardeşine sarılıyor. İki eserde de ortaya çıkan bu durum, kardeşler arasında ne kadar çatışma olursa olsun nihayetinde içlerinde besledikleri sevgiyi de gösteriyor. Gerçi filmdeki kardeşlerin durumu kitaptakiler kadar sert değil ancak yine de arada bir mesafe olduğu aşikar.
Romana döneyim. Romanda benim gözüme çarpan iki farklı tatta bölüm var. Postmodern gelenekte sık sık rastlayabileceğimiz türden olan Kırmızı Salyangoz ve Gergedan Öpüşmesi bölümlerinde Kopan, gerçeküstü bir boyuta taşıyor romanı ve semboller aracılığıyla Müzeyyen’in ruhsal durumunu yeni bir şekilde anlatıyor bize. Ancak bu bölümler genel durumun ne kadar yansıması bilemiyorum. Yine de, özellikle Kırmızı Salyangoz kısmı benim hoşuma gitti. En azından romanı durağanlıktan kurtaran bölümler olmuş bunlar.
Romanın aslında tam olarak bir roman olmadığının bir göstergesi de baştan beri söylediğim karakter tahlillerinin yetersizliği. Özlem diye bir karakterden bahsediliyor, Müzeyyen’in en yakın arkadaşı, ancak kim olduğunu belli ki Müzeyyen de tam olarak bilmiyor. Romanda geçen diğer başka isimler de aynı yavanlıkta. Bunun bilerek yapılmış bir tercih olduğu da düşünülebilir. Bir kısmını okurun doldurmasını istemiş olabilir yazar, ancak romanda o kadar boşluk var ki hangisini dolduracağımızı da şaşırıyoruz zaman zaman.
Çok bölük pörçük bir yazı oldu bu. Farkındayım. Roman ve film üzerine ayrı ayrı çok daha uzun şeyler de söylenebilir ancak uzun yazılar ne yazık ki okunmuyor, bunu biliyorum. Hele de sanal ortamda, bloglardaki uzun yazılar… Bu yüzden kısa keseceğim. Özetleyeyim: Romanda kısmen beğendiğim noktalar olsa da, romanı genel olarak başarısız buldum. Ben Yekta Kopan’ı bir öykücü olarak okudum ilk olarak ve öyle de sevdim. Bence bundan sonra da öykü yazmaya devam etsin çünkü gerçekten çok güzel öyküleri var. Öte yandan sadece Yekta Kopan’da da değil, pek çok başka öykücüde bu “roman yazma” sevdası var. Yapmasınlar. Roman, popüler bir tür ve daha fazla okunuyor, farkındayım. Ama umarım bu tip öykücüler, bu kaygıyla yola çıkıp yazmıyorlardır romanlarını. Yekta Kopan bu yazıyı okur mu bilmem ama umarım okursa bana kızmaz. Okuyup da beğenmediğim pek çok roman, öykü vs. için yazmıyorum ben. Yazmaya değer görmüyorum çünkü. Yekta Kopan’ın son romanı hakkında yazmışsam, bilinsin ki ona gerçekten kıymet verdiğimdendir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
kitap özeti, kitap,yeni çıkan kitaplar, romanlar, hikayeler, kitap oku, bedava kitap