Translate

İzleyiciler

5 Mart 2017 Pazar

Gary Snyder'dan 'Özgürlüğün Görgüsü'

Yabanı “berbat ve kaba” diye niteleyenler, insanla doğa arasına set çekilmesine neden olup bugünkü inorganik yaşamı, şiddeti ve tahakküm istencini parlatarak özgürlüğün tu kaka edilmesine yol açtı. Gary Snyder, çevirisini İnan Mayıs Aru’nun yaptığı “Özgürlüğün Görgüsü”nde, dünyanın tüm yabanıllığı ile insanı izleyip dinlediğini; her adımın ve geçişin doğaya dalga dalga yayıldığını anımsatırken doğanın gücünün, kendisini ve insanı erginleştirmesinde yattığını hatırlatıyor.


Meskûn olmayan için saygı yürüyüşü
Çevreci ve işçi dostu şair Gary Snyder, kişisel deneyimlerin ve doğal yaşamın savunucusu. Varoluşun, bütün benliği etkilediğine ve etkilemesi gerektiğine inanarak bunun yaşam ile kişiyi bir araya getirdiğini; hayata tutunmasını sağladığını söylüyor. Bu düşüncesi onu Alan Ginsberg’le buluşturuyor.
Snyder doğa, çevre ve hayatın organikliğine olan ilgisini, daha doğrusu buna bağlılığını, doğup büyüdüğü 1930’ların tamamına yayılan ekonomik buhran döneminde ailesinin köy yaşamına dönmek zorunda kalmasına borçlu. Özgürlüğün doğasının ve doğanın özgürlüğünün Snyder’da pekişmesini sağlayansa İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla ailesiyle beraber taşındığı Oregon’un ormanlarına dalması. Dağcılığa merak salan, yazan ve enikonu şiirle ilgilenmeye başlayan Snyder, gerçekle hayal olanı buluşturan metin ve dizeler kaleme alırken özellikle mit ile şiirin insanı aydınlatan bir ortaklığı bulunduğunu savunup deneyimle mitlerin bir bütün oluşturduğunu vurguluyor.
Riprap adlı derlemede art arda sıralanan kısa şiirlerin doğanın içinden geçtiği görülüyor. Snyder, insanı doğaya yerleştirirken gözün bakıp gördüğü ve ruhun özgürleştiği ve aynı zamanda kişinin hayata dair bilgilere erişmesinin de önünü açan şiirlere imza atmış. Onun dizeleri hem modernliği hem de kendine özgü yapısıyla, merak duyduğu ve hakkında bilgi sahibi olduğu Budizm’den, Uzakdoğu felsefesinden, ABD’nin Batı sahillerinden ve ormanlarından izler taşıyor.  
Riprap’teki şiirleri nedeniyle bazı sert eleştirilere maruz kalan Snyder, uzun yıllar Japonya’da yaşayarak

Annabel Abbs'den 'Joyce'un Kızı'


[Haber görseli]‘Lucia denen köz, önce parladı, sonra söndü'

Lucia, James ve Nora Joyce çiftinin ikinci çocuğu. 25 Temmuz 1907’de Trieste’de doğmuş. Dâhi bir baba, hayatını ona vakfetmiş bir anne. Sürekli ev ve yer değiştiriyorlar. Çoğunlukla otellerde kalıyorlar.
Lucia’nın ilk öğrendiği dil İtalyanca olmuş. Sonra buna üç dil daha eklenmiş. Paris'teki Dalcroze Enstitüsünde dans eğitimi almış. Dans eğitimine Margaret Morris ve sonra da Salzburg yakınlarındaki okulundaki Raymond Duncan (Isadora Duncan'ın kardeşi) tarafından eğitilmiş. 1927'de Jean Renoir'in Hans Christian Andersen'den uyarladığı La Petite marchande d'allumettes filminde kısa bir düette oyuncak asker olarak dans etmiş. Çalışmalarını Lois Hutton, Hélène Vanel ve Ballet Suédois'in baş dansçısı Jean Borlin'in yanında sürdürmüş.

KISA SÜREN BAŞARI ÖYKÜSÜ
Annabel Abbs romanı Joyce’un Kızı’nı (Ocak 2017, Çev. Özge Onan, hep kitap) 1928’de Paris’te Lucia’nın bu başarı öykülerini yaşadığı dönemde başlatıyor. Lucia bir yandan dans dersleri alıyor diğer yandan yaptığı gösteriler övgüyle karşılanıyor.
Paris Times, Vieux-Colombier tiyatrosundaki La Princesse Primitive'deki performans sonrasında şunları yazar: “Lucia Joyce, tam babasının kızı. James Joyce’un coşkusunu, enerjisini ve dehasının henüz belli olmayan bir bölümünü almış.” Şu cümle de önemlidir; “Ritmik dans alanında gerçek kapasitesine ulaştığında, James Joyce artık kızının babası olarak tanınabilir.”
28 Mayıs 1929'da, Paris'teki Bal Bullier'de düzenlenen dans festivalinde altı finalist arasına seçilir. İkinci olması üzerine babası ve genç Samuel Beckett'in de aralarında yer aldığı izleyici, performansının olağanüstü olduğunu düşündüğü Lucia’nın birinci olması gerektiği düşüncesiyle jüriyi protesto eder.

Stella Rimington'dan 'Açık Sır'


[Haber görseli]İstihbaratın kraliçe arısı

Stella Rimington, 1965’ten 1996’ya dek İngiliz İç İstihbaratı’nda (MI5) çalıştı, 1992-1996 arası ise kurumun başkanlık görevini üstlenen ilk kadın olarak tarihe geçti. Tecrübelerinin ışığında, başkarakterinin Liz Carlyle olduğu casusluk romanları kaleme aldı.
Bunlardan Türkçeye çevrilen Kaçak Avı’nda, Carlyle’ın İngiltere’de yaşayan Rus oligarklardan birine suikast düzenleyeceği bilgisini alıp harekete geçişini anlatan Rimington, karakteri gizli ve pırıltılı dünyaya göndermişti. Rus ajanlarının Soğuk Savaş sonrasında Britanya’daki faaliyetlerini de konu alan romanda yazar, ajanlığın doğasındaki güven-şüphe ikilemine yoğunlaşmıştı.
Rimington, Türkçeye çevrilen bir diğer romanı Gizli Ajan’da ise okuru, Caryle’ın bu kez İslamcı teröristlerin peşine düştüğü bir maceraya sürüklerken hem bir terör hücresinin hem de teşkilattaki bir köstebeğin izinin sürüldüğü bir hikâyeyle buluşturmuştu.
Rimington, romanlarında uzun yıllar çalıştığı kurumda olup bitenleri yer, kişi ve zamanları değiştirip kurgusuna katarak birer macera haline getirmişti. Fakat asıl ses getiren kitabı, 2001’de kaleme aldığı ve Türkçeye yeni çevrilen Açık Sır isimli otobiyografisi. Bu kitap, 2012’de izleyiciyle buluşan, başrollerinde Daniel Craig ve Javier Bardem’in yer aldığı, James Bond filmlerinin yirmi üçüncüsü olan Skyfall ile daha popüler hâle geldi. Çünkü filmde Judi Dench’in canlandırdığı “M” karakterinin Rimington’dan esinlenilerek oluşturulduğu konuşulmuştu. “M” filmde, kendi geçmişiyle yüzleşirken Bond ise saldırı altındaki teşkilatın başındaki tehditleri savuşturmaya uğraşıyordu. 
Rimington, Açık Sır’da hem hayat hikâyesini hem de yaşamının büyük kısmında yer kaplayan istihbarat kariyerini anlatırken Skyfall’dakinden çok daha geniş çaplı bir maceranın kapılarını aralıyor. Üstelik bunlar MI5’in geçmişi, IRA, Soğuk Savaş ve erkeklerin çoğunlukta olduğu teşkilatta bir kadının tutunabilme çabası gibi belli başlı gerçeklere de temas ediyor. Öte yandan Rimington, işi ile ailesi

Stefan Zweig'dan 'Amok Koşucusu'



[Haber görseli]Dünyanın hemen her ülkesinde ve her çağda bir çeşit ırkçı düşünceler egemenlik kazanmış. Birleşmiş Milletlere bağlı yüz yetmiş ülke tarafından, 2006 yılında imzalanan, her türlü ırksal ayrımcılığa karşı bildiriye rağmen de ırkçılık ve ayrımcılık her geçen gün güç kazanıyor. Tam da ırkçılığın yeniden gündemimize düştüğü bu günlerde, yıllar önce okuduğum Stefan Zweig’ın Amok Koşucusu (Çev.: Nafer Ermiş, Türkiye İş Bankası Kültür yayınları, 60 s.) novellasını, bu sefer Batıdaki yerleşik ırkçılık üzerine düşünerek okuma fırsatı çıktı.
Stefan Zweig 1930’larda dünyanın en çok okunan yazarlarından biriydi, bugün de onu hümanist dünya görüşü ile tanırız, bu yüzden ırkçılık hakkında bir yazıya konu olacağını belki düşünmezdiniz fakat XX. yüzyıl başlarındaki kabul gören ırkçılığa bakmak için çok önemli bir kaynak Amok Koşucusu.

DOĞU’DA BİR AVRUPALI
Novella basit bir kurguya sahip. Kalküta’da yaşayan Alman asıllı anlatıcı, Avrupa’ya dönmek üzere bindiği transatlantik gemide bir doktorla tanışır. Doktor, kimse tarafından görünmek istemediği için geceleri, herkes yattıktan sonra güverteye çıkar ve anlatıcı ile orada karşılaşırlar. Sadece yıldızların aydınlattığı karanlık gecede doktor hayatının bütün sırlarını tek tek anlatır. Romanın merkezindeki olay, doktorun son bir haftada yaşadıklarıdır.
Aslen Leipzig’li olan doktor yedi yıl kadar önce, doktorluğun yanı sıra yerli halkın psişeleri üzerinde bilimsel araştırma yapmak üzere Endonezya’da ücra bir köye yerleşir. Aslında Endonezya’ya “düşmesi” rastlantı değildir, çalıştığı hastanenin para kasasına el uzattığı için bir çeşit sürgünle buraya kapağı atmıştır. Kendisinden başka beyazın yaşamadığı bu ücra yerde zamanla alkole bağımlı, depresif bir ruh haline girer. Olaylar, evine Hollandalı varlıklı bir tüccarın güzel ve kibirli İngiliz karısı gelip de kendisinden kürtaj yapmasını isteyince başlar. Kadının tek arzusu gizliliktir. Doktora yüklü bir miktar para vermeye hazırdır. Fakat doktor, yıllardır bir Avrupalı kadınla karşılaşmadığı için, garip davranır, kadından para değil, kendisini vermesini ister.

3 Ocak 2017 Salı

Orhan Duru'dan 'Mavi Gezi'


[Haber görseli]Pirî Reis’in izinde…

“Mavi Gezi”nin tümünü, Duru’nun Pirî Reis’i takip ederek çıktığı yolculukların gözlem ve bilgi yüklü bir anlatımı olarak görebiliriz.


97’nin baharıydı. P Sanat Kültür Antika dergisinin yaz sayısını Akdeniz’e ayırmaya karar vermiştik. Tarihin en eski zamanlarından gelip çağımız düşünce ve sanatını derinden etkileyen Akdeniz uygarlıklarının sanattaki yansımalarına. Ne ki dünyanın bu en büyük iç denizinin kıyılarında bir yolculuğa çıkmadan olmazdı.
Böyle bir yolculuğa ise olsa olsa Akdeniz’in tüm girdiçıktısını bilen bir deniz kurdu, Pirî Reis kılavuzluk edebilirdi.
Pirî Reis’in on altıncı yüzyılın ilk çeyreğinde Gelibolu’da hazırlayıp Kanunî Sultan Süleyman’a sunduğu “Kitab-ı Bahriye” Akdeniz’e yelken açan denizcilere yol göstermemiş miydi?
Peki, Çanakkale Boğazı’ndan demir alıp “Kitab-ı Bahriye”nin dümen suyunda Akdeniz kıyılarını dolaşarak İskenderun’a uzanan bir yolculuğa kim çıkarabilirdi bizi? O kıyılarda çıktığı gezileri yıllarca yazmış olan Orhan Duru’dan daha iyi kimi bulabilirdik ki.

DURU İLE BİR ŞÖLEN GÜNÜ
Pırıl pırıl bir bahar günü, P dergisinin fotoğrafçısı Caroline Erel’i de alıp Orhan Duru’yla birlikte İstanbul Üniversitesi’nin Süleymaniye’deki Nadir Eserler Kütüphanesi’ne yollanmıştık. Caroline, belki de Evliya Çelebi’nin sözünü ettiği “harita esnafı”nın çoğalttığı “Kitab-ı Bahriye”nin TY. 6605 numaraya kayıtlı, sanat yapıtından farksız bir kopyasını sayfa sayfa fotoğraflamıştı; neler yazacağını kafasında canlandıran Duru’nun gözetiminde.

Christopher Dell'den 'Okült, Büyü ve Cadılık'

Sanat tarihçisi Christopher Dell, “Okült, Büyü ve Cadılık” adlı kitabında, insanın rasyonelliğiyle beraber yürüyen; bazen inanma bazen de düşman yaratma ihtiyacından doğan büyü ve cadılığın geçmişine yoğunlaşıyor.




[Haber görseli]Doğaüstü dünya
Christopher Dell, insanın irrasyonel arazisinde gezinirken hatırlattığı önemli bir gerçek var: İnsan, her zaman birtakım gizleri keşfetme dürtüsüyle hareket eder ve saklı bir gerçekliğin olduğuna inanır. Hepimizde hortlayan bu mistik yan, tarihte kimi anlarda hiç de masum olmayan eylemlerle sonuçlanmıştı. Öte yandan Dell, insanın olup bitene uhrevi bir pencereden bakmasının zengin bir kültür tarihi yarattığı görüşünde. İşte kaleme aldığı Okült, Büyü ve Cadılık, bu tarihten önemli kesitler sunuyor.

GİZLİ DÜNYA
Bireylerin rasyonel tarafını dengeleyen fakat bazen de fena halde sarsan gizemli güçler fikri, insanın hem fantezi dünyasını besledi ve çeşitli amaçlara hizmet etti (örneğin, uğur getirdiğine inanılan totemlerin üretilmesini veya bereketi arttırdığı düşünülen kimi “sistemlerin” yaratılmasını sağladı) hem de sosyal yaşamı biçimlendiren eylemlere kapı araladı.
Dell, gizli olana, günlük var oluşun ötesine geçilmesine imkân verip rasyonel ve irrasyonel dünya arasında bağlantılar kurulmasının yolunu açtığı için dikkatle bakılması gerektiğini düşünüyor. Daha doğrusu bu tür bir inancın irdelenmesinin zorunluluğuna… Hatta böylesi gizli bir dünyayla “iletişime geçenlerin kazanabileceği ödülleri” sıralıyor yazar: Ölülerle konuşma, sevgi, hayatını istediği gibi yönlendirme, hastalıklardan korunma, dünyanın şifrelerini çözme… Geçmişten günümüze ulaşan

Robert Bryndza'dan 'Buzdaki Kız'


“Buzdaki Kız”, Slovak asıllı polis Erika’nın vahşice öldürülmüş, zengin bir genç bir kadının cinayetini araştırmasını konu alıyor. Erika araştırma boyunca hem kurbanın nüfuzlu ailesinden gelen baskılarla hem de kendi teşkilatının seksizmiyle mücadele etmek zorunda.


[Haber görseli]Yepyeni bir kadın dedektif
 
İyi bir polisiye romanı asla sadece suçu kimin işlediğiyle ilgili değildir. Polisiye, türünün doğası gereği toplumun içini oyan kötülük ve yozlaşmayı ve bunları perçinleyen (aile, okul, bürokrasi, yargı ve polis gibi) kurumları ele alır. Polisiyenin Altın Çağı’nda (1920 ve 30’lar) çok popüler olan ve tek bir malikânede geçen, dış dünyayla ilişkisi yokmuş gibi gözüken “kapalı oda” polisiyeleri bile aristokrat sınıfa ve her an yıkılabilecek sahte toplumsal huzur ve düzene dair bir eleştiridir. Fakat polisiye türü zaman içinde, Altın Çağ’ın üstü örtülü ve bilinçaltı eleştirilerinden uzaklaşıp, toplumsal kaygıları doğrudan ele alacak bir yönde gelişti. Günümüzün çok satan ve izlenen polisiyelerinin ortak özelliği toplumsal bir kötülüğü saklandığı köşeden çıkarıp, tüm karmaşıklığıyla ele alması.
Eğer iyi bir polisiyenin gücünün bir kısmı toplumsal yozlaşmayı ele alış biçiminden geliyorsa, diğer bir kısmı da detektif karakterinden gelir.  İlk örneklerinden günümüze (Auguste Dupin, Sherlock Holmes, Miss Marple, Kurt Wallander, vb.) polisiye romanının taşıyıcı unsuru kendine has bir karakteri ve yöntemi olan detektiftir. Bu yüzden raflarda aynı detektifin maceralarını konu alan serileri sıkça görürüz. Hiçbir yazar okuyucuyu etkilemeyi başarmış ve formülü tutturmuş bir detektifi kolay kolay çöpe atmaz. Her ne kadar 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar kurgusal erkek detektifler türe hâkim olmuş olsalar da, 1970’lerden itibaren feminist hareketin görünürlüğünün artması ve taleplerini bir bir elde etmesiyle, yerlerini kadın detektiflere bıraktılar. Günümüzde hem ekranda hem de edebiyatta (Sara Paretsky’nin Sert Oyun romanıyla ilk kez tanıştığımız) seksi ve sert Warshawski gibi detektiflerden, (Danimarka dizisi Forbrydelsen’deki) Sarah Lund gibi saplantılı ve dış görünüşüne önem vermeyen bir polise ve (Stieg Larsson’un Milennium Serisi’ndeki) Lisbeth Salander gibi asosyal ve