Translate

28 Eylül 2015 Pazartesi

Slavoj Žižek “Hiçten Az”


“Hiçten Az”, politika hakkında çok fazla konuşan, sinema, edebiyat ve sanatın her dalına dair söyleyecek çok fazla sözü olan, söylemleriyle, girdiği tartışmalarla magazinin bir parçası, bir pop ikonu haline getirilmeye çalışılan bir felsefecinin, hiç de değişmeden, yürüdüğü yoldan başka bir yere sapmadan, takıntılarından vazgeçmeden kendini tekrar hatırlatma eseri. Cem Tunçer'in değerlendirmesi...
[Haber görseli]Slavoj Žižek'ten “Hiçten Az”
Hegel, Lacan ve diğer ölümcül şeyler
Şüphesiz Žižek çağımızın en önemli, en provokatif, en “yamuk bakan” düşünürü. Yazdığı, söylediği, konuştuğu her şey artık olay olan, özel hayatıyla bile gündeme sıkça gelen bir tuhaf adam. Fikirleri ve açıklamalarıyla felsefeye yön veren, Fransız post-yapısalcı felsefeciler; Foucault, Derrida, Deleuze ile adı bir anılan, kıta felsefesi, edebi ve kültürel incelemeler, sinema eleştirisi gibi alanlarda adını

E. M. Cioran’dan “Gözyaşları ve Azizler”


[Haber görseli]E. M. Cioran’dan “Gözyaşları ve Azizler”
Yeniden doğan Cioran
Dünyada iz bırakan fikir insanlarının, bu noktaya büyük acılardan geçerek geldiğine dair bir kabul var. Elbette bunun doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılır. Ancak var olan kötülüğe kafa yoran pek çok fikir insanının, acı çektiği ve oradan hareketle zemini sağlam düşünceler ürettiği âşikâr. Kısacası bu bir döngü; acıdan düşünce üretmek, fikir üretirken acı çekmek… 
Emil Michel Cioran’ın “kanlı şaka” dediği ve kötülüğün yinelenmesine dayanan yaşamda insan, hem çarmıha gerilir hem de karşısındakini çarmıha germek için can atar. Cioran’ın bu bakış açısı, ilk anda çok karamsar görülebilir, belki de öyle. Peki, Cioran buraya nasıl varmış olabilir? Onun bunalımlı ve melankolik hali, aynı zamanda insanın başına gelenleri yerli yerine oturtma anlamında bir çıkış noktası yakalamasını sağlar. Yani Cioran’ı gamlı bir bilge yapanın, yaşadığı acılar olduğu ortaya çıkar.
Cioran, insanın karanlık ve gerçek tarafına eğilmeyi tercih ediyor. Acıya yukarıdan bakanları bir köşeye koyup onların yaptığının tersine seviyeyi eşitleyerek duruma eğiliyor. Onun yüzündeki tuhaf gülümseme de bundan kaynaklanıyor; acıyı anlamak, kuşkulu bir tebessümü de doğuruyor.
Hayatı anlaşılmaz kılan herkese ve her şeye (din, ideoloji, siyaset vb.) karşı tavır alan Cioran, eşyanın krallığını da reddediyor. Kayıtsızlığın sularında özgürce yüzen Cioran’ın narsist bir tavır takındığı düşünülebilir ama aslında kendi gerçekliğini kurmaya çabalıyor. Önemsediği “şimdi”, onun bitiremediği cümlelerinin; anlatımını noktalayıp rahata eremeyişinin başta gelen nedeni. Bu durum, Cioran’ı dikkatle okuyanlarda ister istemez gerilim yaratır çünkü yazdığı her satırda kara mizahla dolu bir öfke patlamasıyla yüzleşiriz ve bu, Cioran’ın çıkış noktasını oluşturur. Ona göre gerçek filozof ve sanatçıları da benzer bir öfke besler.
Cioran’ın kullandığı öfkeli, acı dolu ve mizahi dil, aslında insanları uyandırmayı, farkındalık yaratmayı ve

Carol Dyhouse'dan “Gösteriş – Kadınlar, Tarih, Feminizm”



[Haber görseli]Carol Dyhouse'dan “Gösteriş – Kadınlar, Tarih, Feminizm”
Gösteriş: Ataerkil tuzağa düşüşün simgesi mi, yoksa bir başkaldırı mı?
Britanyalı sosyal tarihçi Carol Dyhouse “Gösteriş” başlıklı bu kitabında dikkatini kadınlığın, kadın bedeninin kamusal alanda sergilenmesine çeviriyor. Yüz yıl içerisinde ünlü olmuş şarkıcı ve aktristlerin ikonik fotoğraflarıyla, eski reklamların afiş ve metinleriyle, bahsedilen dönemleri yansıtan fotoğraf ve görsellerle donatılmış kitap, bakışını 20. yüzyıla ve tüketim çağı kültürüne odaklayarak kadın kimliğinin tarihsel gelişiminin incelenmesine katkıda bulunuyor.
Feminizm ve sosyo-kültürel tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Carol Dyhouse’un ses getiren kitabı Gösteriş - Kadınlar, Tarih, Feminizm, geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Kitap, ismiyle müsemma, daha kapağından başlayan bir cezbedicilikle karşılıyor okuru ve bir zaman tüneline daldırıveriyor. Sussex Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Dyhouse yolculuğu 1900’lerden başlatarak 90’lı yılların sonuna doğru ilerletirken biz de “Gösteriş ne menem bir şeymiş!” diyerek yüksek tempolu bir okuma serüvenine girişiyoruz.
Şaşaa, debdebe, ihtişam… Gösteriş yerine belki de bu kelimelerden birini seçebilirdik. İngilizcedeki (ve aynı zamanda kitabın orijinal adı olan) glamour kelimesi için ilk bakışta hepsi de uygunmuş gibi gözüküyor. Glamour, bugüne kadar üzerine özellikle düşünmemiş olanlar için olumlu bir çağrışıma sahipken Türkçede gösteriş daha olumsuz şeyleri çağrıştırıyor; caka satmayı, gösteriş yaparak görgüsüzlüğünü dışa vurmayı, sonradan görmeliği akla getiren anlamlara da sahip. Ancak Carol Dyhouse, hem gösteriş kelimesinin işaret ettiği anlamın hem de gösterişin içeriğinin onyıllar içinde ne kadar değiştiğini gösteriyor bize. Okudukça anlıyoruz ki, ne ABD’de ne de Britanya’da gösteriş her zaman olumlu karşılanmış. Gösterişin buralarda da “klas olmayan”la, “kafa tutan”la, “dikkat çekmeye çekinmeyen”le bir bağlantısı var. Ve elbette, konu gösteriş olunca odağa yerleştirilmiş olan kadınlar var, lüks var, tüketim var.
MODERN GÖRÜNMEK, İFFETSİZ BULUNMAK
Yoğun bir sanayileşmeyle birlikte, -başta İngiltere olmak üzere- bütün Avrupa, şehirlere yönelen göç dalgaları,

2 Eylül 2015 Çarşamba

Josephine Tey'den “Zamanın Kızı”


[Haber görseli]Josephine Tey'den “Zamanın Kızı”
'Tarih Palavradır!'
Zamanın Kızı, ilk baskısını 1951 yılında yapmış ve yazarı Josephine Tey’in dedektif kahramanı Alan Grant’ın maceralarını anlattığı beşinci kitabı.
Josephine Tey’in asıl ismi Elizabeth Mackintosh, 1896 -bazı kaynaklara göre 1897- yılında doğmuş, roman ve oyun yazarı. Çoğunlukla romanlarında Josephine Tey oyunlarında ise Gordon Daviot takma adını kullanıyor. Tey, gazeteciler, fotoğrafçılar ve söyleşilerden kaçınan biri olduğundan hakkında bilinenler daha çok arkadaş çevresinden öğrenilenlerle sınırlı.
Zamanın Kızı’nın kahramanın Alan Grant adlı bir Scotland Yard dedektifi. Grant ilk defa 1929 yılında Kuyruktaki Adam (The Man in the Queue) romanında ortaya çıkıyor. Bu ilk kitap, polisiye kurgu açısından da ilginç çünkü cinayet bir tiyatro kuyruğunda, yani herkesin gözü önünde işleniyor. Zamanın Kızı, yukarıda da belirttiğim gibi Tey’in, Alan Grant’in maceralarını anlattığı serinin beşinci kitabı. Serinin diğer kitapları ise şunlar: 1936’da A Shilling for Candles (Bir Şilinlik Mumlar- bu eser aynı zamanda Alfred Hitchcock’un Yound and Innocent (Genç ve Masum) filmi için de esin kaynağı oluyor.) 1950’de Aşka ve Bilgeliğe Dair (To Love and Be Wise) ve 1952’de Şarkı Söyleyen Kumlar (The Singing Sands).
Zamanın Kızı’nı polisiye edebiyat tarihi açısından önemli kılan unsurlardan biri Tüm Zamanların En İyi Yüz Polisiye Romanı arasında ilk sırayı alması. Bu seçimi yapanlar ise İngiltere merkezli Polisiye Yazarları Birliği. Birlik 1953'te John Creasey tarafından kurulmuş ve şu anda yaklaşık yedi yüz üyesi bulunmakta. Birlik yazarları bu seçimi 1990'da yapıyor. Benzer bir girişim beş yıl sonra Amerikan Polisiye Yazarlar Birliği tarafından yapılıyor ve oranın birincisi Sir Arthur Conan Doyle ve Sherlock Holmes. Her halükârda kazanan İngilizler.
TARİH VE GERÇEKLİK İLİŞKİSİNİN SORGULANIŞI
Zamanın Kızı, tarih ve gerçeklik ilişkisini sorgulayan hatta bizzat tarihyazımıyla alay eden bir roman. Dedektifimiz Alan Grant, serinin bu beşinci kitabında son macerasındaki bir takip olayı sırasında yüksekten düşmüş ve yatalak haldedir. Hastanedeki odasında günlerini çoğunlukla tavandaki şekillerden anlamlar çıkarmaya çalışarak geçirir. İşte tam bu sırada yakın arkadaşı aktris Marta onun yüzlere olan ilgisini bildiğinden Grant’a çeşitli portrelerden oluşan bir resim serisi getirir. Bu yüzler arasında özellikle III. Richard’a ait olanı Grant’ın çok ilgisini çeker. Richard hakkında bildiği kardeşinin iki küçük çocuğunu acımasızca öldürttüğü, saltanat sürdüğü dönemdeki despotluğu gibi söylemler, Grant’ın gördüğü yüz ve bu yüzün onda uyandırdığı etki

Slavoj Žižek'ten “Hiçten Az” ölümcül şeyler

Slavoj Žižek'ten “Hiçten Az”

“Hiçten Az”, politika hakkında çok fazla konuşan, sinema, edebiyat ve sanatın her dalına dair söyleyecek çok fazla sözü olan, söylemleriyle, girdiği tartışmalarla magazinin bir parçası, bir pop ikonu haline getirilmeye çalışılan bir felsefecinin, hiç de değişmeden, yürüdüğü yoldan başka bir yere sapmadan, takıntılarından vazgeçmeden kendini tekrar hatırlatma eseri. Cem Tunçer'in değerlendirmesi..
[Haber görseli]Slavoj Žižek'ten “Hiçten Az”
Hegel, Lacan ve diğer ölümcül şeyler
Şüphesiz Žižek çağımızın en önemli, en provokatif, en “yamuk bakan” düşünürü. Yazdığı, söylediği, konuştuğu her şey artık olay olan, özel hayatıyla bile gündeme sıkça gelen bir tuhaf adam. Fikirleri ve açıklamalarıyla felsefeye yön veren, Fransız post-yapısalcı felsefeciler; Foucault, Derrida, Deleuze ile adı bir anılan, kıta felsefesi, edebi ve kültürel incelemeler, sinema eleştirisi gibi alanlarda adını sıkça duyduğumuz ve duyacağımız biri.
Daha çok, popüler kültüre dair Lacancı okumalarıyla anılan Žižek, felsefeci kimliğinin yanı sıra siyasi kimliğiyle de öne çıkıyor: O bir Marksist. Gezi Direnişi'nden Irak işgaline, 11 Eylül’den Holokost’a, global ekonomik krizlerden Charlie Hedbo saldırılarına dair görüşleri dilden dile dolaşırken yaşanan herhangi bir olağanüstü durumda gözler hemen ona çevriliyor ve bize doğru yolu göstermesi, şimdi yapmamız gereken şeyin ne olduğu gibi bir takım cevaplar bekleniyor kendisinden. Her konuda fikir sahibi olması, kendisine sorulan her soruya cevap vermesi kimi zaman başına iş açıyor olsa da Žižek’in vazgeçemeyeceği tek bir şey var: Konuşmak. Astra Taylor’ın 2005 tarihli belgeseli “Žižek!”te, ünlü düşünür bu konudan da bahseder ve en büyük korkusunun konuşmayı bir an bırakması halinde tüm insanların içinde bir şey olmadığını görebilecek olmasına değinir. Bu yüzden sanki içinde boşluk dışında bir şey olmayan biriymiş gibi davranır ve her zaman hiperaktiftir; sadece insanları büyülemek ve dolu olduğuna ikna

Nilüfer Kuyaş'tan “Karasevda Kitabı”

[Haber görseli]Nilüfer Kuyaş'tan “Karasevda Kitabı”
'Hasta değil, hayata yanığız!'
Kendinizi, sevdiğiniz birini kaybetmiş kadar yalnız mı hissediyorsunuz, dünyada kalan son insanmışsınız gibi? Bazen akıl almaz bir coşkuyla köpürüp kanatlanıyor mu ruhunuz ya da hüzünden zevk almaya mı başladınız? Meraklanmayın. Melankoliye kapıldınız. Hastalık değil. Olağan insanlık hali. Karasevdaya tutuldunuz. İlle âşık olmanız gerekmiyor, doğuştan âşıksınız çünkü. Melankoli bir hastalık mı yoksa bir güzelduyu mu? İnsan hüzünlenmeyi arzular mı? Sınırı belirsiz, kapısız penceresiz bu karasevda ülkesine herkes girebilir mi yoksa hepimiz başından beri "içeride" miyiz? ”Karasevda Kitabı” tüm bu sorulara odaklanan, yanıtlarını geçmişten günümüze vermeye uğraşan bir çalışma, bir melankoli güzellemesi. Nilüfer Kuyaş'la “Karasevda Kitabı”nı konuştuk.
- Her şey nasıl başladı?
- İçimdeki melankolik özneyi anlamak isteğiyle.
- Senin deyişinle neden “deli bir iştahla” yazdın, motivasyonun neydi? 
- Karasevda Kitabı'nı deli bir iştahla yazdım çünkü melankoli insanın hayatı çok sevmesinden ileri gelen bir ruh köpürmesi. Aristoteles bile böyle tanımlıyor melankoliyi, daha antik çağda. Melankolide deli, coşkulu, aynı zamanda gölgeli bir yan var. Melankoliyi insanın gölge tarafı diye tanımlıyorum ben de. Bir karaltı, bir "koyultu". Kitabı yazarken icat ettim bu koyultu sözcüğünü. "Işıltı"yla kardeş. Biri olmazsa öteki de olmaz. Evrendeki kara madde gibi biraz. Karanlık olmadan ışık da olmuyor. Melankoli karanlık tarafımız, bir de aydınlık tarafımız var. İkisi dengedeyse hayatın tam tadını çıkartıyoruz. Biri fazla ağır basarsa manik depresif oluyoruz. Kitabın pratik mesajı da bu: Melankolinizle tanışın, dost olun, oynayın, sizi yaratıcılığa ve farkındalığa taşısın, böylece depresyondan uzak durursunuz.