Translate

28 Eylül 2014 Pazar

"Yazmak Üzerine Notlar", Jules Renard'ın günlüğü



'Yaşamı git gide daha az anlıyorum'

Yazmaya girişen ve sonradan yazar mertebesine erişenlerin ettiği laflar ve kenara köşeye karaladığı notlar, zaman içinde değerlenip anlamını bulur. Tabii onlar önce gerçekten bulunmalı, gizlendiği yerden çıkarılmalı.
Günlük tutan, defter dolduran ve yazdıklarının dışına taşıp yan tarafa cümle düşenler, bunları genellikle okura ulaşsın diye yapmaz, hatta o sayfaların toplamı çoğu zaman bir akıl defteri olarak çekmecede veya el altında durur. Bu yüzden ortaya saçıldığında okur "beni ilgilendirmez" diyebilir, bu "özel" malzemeye yaklaşmayabilir. Ama tüm bunların bir hazine olduğu, en azından meraklısını heyecanlandırdığı da bir gerçek. Hele içinde yazarın, yazma ya da yaşama yolunda "iki üç" kelamı varsa.
YALIN VE ŞAŞIRTICI
Yazmak Üzerine Notlar, Jules Renard'ın yazı üzerine ne düşündüğünü gösteriyor göstermesine ama bir yanıyla yaşayışına, kafasını kaldırıp etrafa bakınca gördüklerini nasıl yorumladığına da dokunuyor. Günlüğünden süzülüp gelen cümleler, büyük yorgunlukların ardından Renard'ın kendini "kapatmaktan" keyif aldığı bir odaya benziyor.
Renard, hesabı alır gibi davranıyor; günlüğünde bir sürü mesele var: Yazı, yazar, siyaset, ahlak, kendisi... Ama bunları büyük sözlerden öte yalın biçimde kaleme almış. Ne kadar sade, o kadar derin aynı zamanda. "En yalın görünen şeyde şaşırtıcılık da vardır güzellik de: Yalnız çekip çıkarmak gerekir" cümlesi Renard'ın bunu nasıl başardığını gösteriyor. Bir de "ironi insanın edebidir" derken o yalınlık, derinlik ve şaşırtıcılık karşımıza çıkıyor.
Renard, günlüğündeki her satırla bir düşün ortasındaymış gibi kendi yaşamına tanıklık ederken

17 Eylül 2014 Çarşamba

"Sinema ve Varoluşçuluk"


Felsefe ve sinema ilişkisine varoluşçuluk açısından bakış
Sinema ve Varoluşçuluk başlıklı kitap üç bölümden oluşuyor: “Eleştirinin Görevi ve Felsefi Eleştiri”, “Varoluşçuluk ve Düşüncenin Dramı” ve “Sinema ve Varoluşçuluk.” Özünde bir değerlendirme çabası olan eleştiri denilince ön plana çıkan bakış felsefi eleştiridir. Octavio Paz, Stefan Zweig, Berna Moran, Nermi Uygur, İoanna Kuçuradi, Sıtkı M. Erinç ve Afşar Timuçin gibi felsefe ve sanat dünyasının önemli temsilcilerinin eleştiri üzerine dile getirdiklerinden yararlanan Hakan Savaş “resimden sinemaya, romandan tiyatroya, şiire kadar tüm bir yirminci yüzyıl sanatının ve sanatçılarının dile getirmeye çalıştıkları şeyin, özünde insanın özgürlüğü ve bu özgürlüğün yitirilişi (yabancılaşma) sorunuyla ilgili’’ olduğu sonucunu çıkarır (1). İnsanın kendisini arama çabasına girmesiyle sanatın insanın özgürlük sorununa yönelmesi beraber gider.
VAROLUŞÇULUĞUN ASIL KÖKENİ
“Varoluşçuluk ve Düşüncenin Dramı” bölümünde yazar, varoluşçuluk düşüncesinin kaynaklarını ve temel problem alanlarını inceler. J. P. Sartre, A. Camus, Merlau-Ponty, Simone de Beauvoir, Gabriel Marcel gibi Fransız düşünürler, varoluşçuluk sahnesinde ön plana çıksa da Bryan Magee’ye göre varoluşçuluk gerçekte Fransa’da değil, Almanya’da ve İkinci Dünya Savaşı’nı değil, Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde başlar. Bu açıdan bakıldığında akımın öncüsü Sartre değil, Heidegger ve Karl Jaspers’tir. Varoluşçu sayılan Kierkegaard, Heidegger, Marcel, Jaspers, Sartre, Nietzsche gibi filozofların üzerinde anlaştığı bir

Yavuz Ekinci: 'Ey okur, seni rahatsız etmeye geldim!'


'Ey okur, seni rahatsız etmeye geldim!'
Yavuz Ekinci, yeni romanı “Rüyası Bölünenler”de, kahramanı İsmail'le modern bir Yusuf masalı anlatıyor. Siyasi kaçak olarak Berlin'de yıllarını geçirdikten sonra, babasına verdiği sözü yerine getirmek için memleketi Batman'a geri dönen ve dağa çıkan kardeşi Yusuf'u, yine dağlarda aramaya başlayan İsmail, bu arayışında tarihi, kökleri ve kendisiyle hesaplaşması. İsmail, bu hesaplaşmanın ve arayışın peşindeyken okurlar da güne dair pek çok sorunun yanıtlarını kendi içinde sorgulayacak. 
Yavuz Ekinci'yle yeni romanını hakkında konuştuk...
-Bu sefer İsmail’le bir yolculuğa çıkıyoruz ölü ya da diri ama mutlaka Yusuf’u bulmaya. Romandaki yolculuktan önce senin yolculuğunu merak ediyorum. Yazmaya başlamadan önceki yolculuğa nasıl çıktın ya da yolculuk seni mi çağırdı diyeyim?
-Otuz yıllık savaşla birlikte aileler yere çakılan bir narın taneleri gibi etrafa dağıldı. Kimi cezaevine, kimi sürgüne, kimi dağa ve kimi de büyük şehirlerin varoşlarına savruldu. Hemen hemen her evin bir gerillası var. Haber bültenlerinde gerillaların ölümü her ne kadar “… terörist etkisiz hale getirildi” denilse de onun yolunu gözleyen bir anne, bir baba ve bir kardeş var. Bütün gün evden çıkmayıp belki oradaki gerilla görüntülerin arasında çocuğumun yüzünü görürüm umuduyla RojTv, SterkTv izleyen babalar ve anneler var. Oğulları Şırnak’ta, Hakkari’de askerlik yapan bir babanın nasıl ki her çatışma haberinden sonra gelebilecek kötü haberi korkuyla beklediği gibi her çatışmadan sonra ANF’den yayınlanan gerilla fotoğraflarında oğlunun veya kızının yüzünü arayan anneler ve babalar var. Anne her yerde annedir, baba her yerde babadır ve oğul her yerde oğuldur. Oğullarının, kızlarının yollarını bekleyen, gözleyen anne ve babalarının yolculuğu beni çağırdı diyebilirim.

Aslı Tohumcu yeni romanı Ölü Reşat


İçinden Bursa geçen roman...
Kent yazını dendiğinde akla ilk gelenin İstanbul olması hiç şaşırtmaz bizi. Ancak pek çok farklı yanından beslenilerek ele alınmasına karşın, İstanbul'la ilgili meydana gelmiş elimizdeki geniş külliyat bile yetersiz. Çünkü kentler, her kalemde farklı bir yeniden yaratım sürecinden tekrar geçer ve biz, her kalemde, bahsedilen kentin ayrı bir izdüşümünü okuruz. Kent yazını bağlamında üzerine çok yazılan İstanbul için bile böylesi bir "yetersizlikten" bahsederken, geride kalan diğer kentler için durumun çok daha vahim olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım.
Son zamanlarda kendine geniş bir okuyucu alanı açan Ankaralı yazarlar ya da içinden Ankara geçen yapıtlar için de yukarıda söylenenler değişmiyor. Her defasında bir başka yaratıcı zihnin kuşatmasından geçerek kentin olduğu kadar insanlarının da hikâyesini okuyoruz ve kent, bu farklı bakışlarla hep başka bir cephesini açıyor bize. "Ankaralı edebiyat"ın kendine geniş bir okuyucu alanı bulabilmesinin nedeni, ne yapılırsa her zaman bir boşluğu kalacak ve bizde de halihazırda fazlaca boşluğu bulunan kent yazınında kayda değer bir mesafe almasından kaynaklı biraz da. Bu duruşun çok önemli bir diğer katkısı ise kendiliğinden doğan "kentlilik bilincini" yanında taşıyarak geliştirmesi oldu ki bu da son zamanlarda fazlaca ihtiyaç duyduğumuz bir kavram hâline geldi zaten.
TOHUMCU'NUN BURSA'SI
Aslı Tohumcu da son romanı Ölü Reşat'la kent yazınına önemli katkı sağlıyor. Yukarıda

Tanpınar romanı: “Aydaki Adam: Tanpınar”


'Zamanının yazarı değildi!'
Ahmet Hamdi Tanpınar... Beyoğlu’nda Narmanlı Yurdu’nda eski bir hapishaneden bozma rutubetli bir odada en güzel eserlerini yazan, hep parasız, namı diğer “Kırtıpil Hamdi.” Zamanın çok ilerisinde, ölümünden yıllar sonra edebiyata damgasını vurmuş deruni şair. Eski Türkçe notları, vesveseleri ve ruhunda hep geç kalmışlık duygusuyla hemhal bir adam. “Fitne fücur” Adalet Cimcoz, ilk kadın Hamlet Nur Sabuncu, kil yiyen şair Ahmet Haşim, âşık olduğu Nesteren, esrarengiz Sarı Fizikçi, Muhlis Sabahattin’in veremden ölen kızı Melek Kobra ve Rudolf Valentino’ya benzeyen kocası Ferdi Tayfur'la sancılı ilişkilerinde “sükut suikastına” kurban giden bir dost. Yaşamı, şiirleri ve yazılarıyla bu kez bir romanın gövdesinde, Narmanlı'dan ve Ay'dan sesleniyor okurlara... Nazlı Eray'la “Aydaki Adam: Tanpınar” adlı romanını konuştuk.
- Ailenizin yabancısı değil Ahmet Hamdi Tanpınar.
- Dedem, İkdam gazetesinin başyazarı Tahir Lütfü Tokay, Tanpınar’ı genç bir şair olarak mutlaka tanıyordu. Eniştem şair Sabahattin Kudret Aksal’ın da dostuydu Tanpınar. Anneannem Süreyya Tokay Dırvana’ların yalısına sık sık giderdi, mutlaka Tanpınar’ın aşkı Nesteren’i tanıyordu. Çok yakında kaybettiğim halam Münire Aksal’ın Tanpınar’ı tanıdığını biliyorum. Ne yazık ki hiçbiri hayatta değil. Ben de onlara Tanpınar'la ilgili hiçbir şey